YAKIN: Bir Octavia E. Butler Romanı
- Öykü Yavuz
- 27 May
- 4 dakikada okunur

“İnsanların köleliği kabullenmeleri için bu kadar kolay eğitilebildiklerini hiç fark etmemiştim.”
Afro-Amerikalı ilk bilim kurgu yazarı olarak kabul edilen ve “Yakın” kitabının yazarı olan Octavia E. Butler’a ait bu cümle, tıpkı çağdaşı ve yine bir kadın bilim kurgu yazarı Ursula K. Le Guin'in;
“Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler.” sözü arasında anlamlı bir ilişki vardır. Birinde zoraki köleliği kanıksamış insanların var olmak, hayatta kalmak için bunu normalleştirmesi söz konusu iken, diğerinde farkında bile olunmadan yozlaştırılan insanların bir süre sonra bunu değerlendirebilecek bir akla bile sahip olamayacakları anlatılmaya çalışılır.
Her ikisinde de köle olma bilinci insanların akıllarına kazınarak tek tip bir anlayış yaratma amacı güdülür.
Yakın kitabının konusuna geçmeden önce yazarı hakkında kısaca bilgi vermek isterim. Octavia Butler, Kaliforniya'da yaşayan siyahi bir ailenin tek çocuğudur. Küçük yaşlarda babasını kaybeder. Annesi geçimlerini sağlamak için temizlik işleri yapmaya başlar. Küçük Octavia, hem anneannesinin şeker kamışı tarlalarında yaşadıklarını anlatması hem de temizlik işinde annesinin sürekli maruz kaldığı zorbalık ve dalga geçilme durumlarına şahit olmasıyla asi bir çocukluk geçirir. Bu sebeple daha küçücük bir çocukken kütüphane ile tanışarak kitapları en yakın arkadaşları olarak seçer. Octavia, ta o zamanlarda yazı yazmayı, hikâyeler uydurmayı seven bir çocuktur. Fakat ne yazık ki kendi akranları arasında da pek uyumlu bir arkadaş olamaz. Yıllar sonra MacArthur adında, "Dahilik Bursu" ismi verilen ciddi bir yazarlık bursu kazanır. Bu arada; Octavia Butler bu bursu kazanan ilk ve tek siyahi kadındır.
Yakın, her ne kadar tür olarak bir bilim kurgu kitabı olarak bilinse de, gerçekte geçmişle yüzleşme, hatta biraz tarihle hesaplaşma kitabı olarak düşünülmelidir.
Romanın kahramanı ve anlatıcısı Dana isimli siyahi bir kadındır. 1976 yılında Kevin isminde beyaz ırktan biriyle evlidir. Bir gün ani bir baş dönmesi ve mide bulantısı ile Dana ortadan yok olur. Ve Amerikan iç savaşının başladığı yüzyılın, yani 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkar. Henüz savaşın başlamasına 40 yıl gibi bir süre vardır ve Dana'nın zamanda yolculuk yaptığı yer, köleliğin en sistematik ve sert yapıldığı yer olan Maryland’dir. Gerçi Dana henüz bunun farkında değildir. Gözünü açtığında küçük beyaz bir çocuğun nehirde boğulduğuna şahit olur ve hemen onu kurtarır. İşler bundan sonra çok daha radikal bir hal almaya başlar. Zira Dana, 1976’da köleliği sadece bir zamanlar dinlediği anneannesinden ve kitaplardan bilmektedir. Oysa bir anda çevresinde at üstünde, elinde kırbaçları olan adamlar peydah olmuştur. Dana buraya neden ve nasıl geldiğini çok sonra öğrenecektir ama bu bilgiyi de oldukça acı tecrübeler edinerek kazanacaktır. Kısa süre sonra kendini 1816 yılında, bir yandan köle ticareti yapan, bir yandan da tarlalarında bir sürü köle çalıştıran Thomas Weyn adında zorba bir adama ait plantasyonda bulur.
Dana, boğulmaktan kurtardığı çocuğun Rufus isminde Thomas Weyn’in oğlu olduğunu anlar. Neden sonra Rufus ile arasında garip bir ilişki olduğunu sezer. Zira Dana, yapmış olduğu bu zaman sıçramalarında Rufus’un zamanına onun hayati bir tehlike yaşarken kurtarmak üzere gelmekte, kendi zamanına da canı feci şekilde yandığında hatta neredeyse ölmek üzereyken geri döner. Bunu çözmesi için epeyce geliş gidiş yapmak zorunda kalır. 1976 yılına her geri dönüşünde ruhsal olarak oldukça yıpranmış ve fiziksel olarak da acılar içinde döner.
Dana, Rufus’un atalarından biri olduğuna inanır. Bu sebeple ne zaman ölümle burun buruna gelse onu kurtarmayı seçer. Tüm bu zaman boyunca o dönemin şartlarına uyum sağlamaya çalışsa da, nihayetinde Dana modern hayatın daha medeni bir döneminde doğup büyüdüğü için 1816 yılında kölelerin yaşadığı işkencelerden ve zorbalıktan bihaberdir. Bunu zor yollardan bizzat deneyimlemesi gerekir (ki, defalarca kırbaçlanır, işkence görür, dayak yer ve buna maruz kalan insanlara kendi gözleriyle şahit olur). Şahit olduğu şeyler de öyle yenilir yutulur şeyler değildir. Plantasyonun sahibi Bay Weyn ve yardımcıları, sırf öteki kölelerine ibret olsun diye çiftlikten kaçanları, verilen işleri doğru yapmadığını veya yavaşlattığını düşündüğü kim varsa cezalandırmaktan hiç çekinmeyen sadist ruhlu insanlardır. Ceza dediysem öyle tek bir gün yemek yemekten mahrum bırakmak veya gün boyu dinlenmeden çalışmak falan değil, gerçi onlar da ciddi cezalar ama bahsettiğim cezalar daha sert ve psikopatça yöntemlerle verilmekte: Sırtı kanlar içinde kalana kadar kırbaçlamak, parmaklarını, ellerini, kulaklarını, hatta dillerini kesmek, evli ve çocukları varsa onları başka bir köle tüccarına satmak...
Butler’ın bu romanı her ne kadar zaman yolculuğu gibi bir kurgu bilim konusu barındırsa da, köleliğin ve ırklar arası ayrımın şiddetini göstermesi açısından oldukça çarpıcı bir konuya sahiptir.
Hikâyemizin kahramanı Dana, pek çok kez kendi zamanına ve 19. yüzyıl başlarına gider gelir. Hatta bir defasında zamanda sıçrama yaparken kocası Kevin’ı da yanlışlıkla yanında sürükler. Bir zaman sonra kendisi döner ama Kevin o zamanda sıkışıp kalır. Uzun bir uğraş sonucu bulup tekrar 1976 yılına dönerler ama Kevin için zaman algısı zihninde ciddi bir şekilde kırılmış olur. O, karısı Dana gibi zamanlar arası olayları kontrol etmekte zorlanır. En sonunda Dana bilmem kaçıncı kez Rufus’un hayatını kurtarmak için geri döner ama her seferinde olduğu gibi Rufus Dana’yı bırakmak istemez. Bu kez de yine zorbalıklarına devam eder ve Dana’ya tecavüz etmeye kalkar. O da sürekli yanında taşıdığı bıçakla onu öldürür. Fakat bu kez aralarındaki arbede sonucu bir kolu ciddi şekilde zarar görmüştür. Rufus’u öldürse de sol koluna sıkı sıkı kenetlemiş elinden kurtulamaz. Tam o sırada yine baş dönmesi ve mide bulantısı yeniden başlar. Bu, Dana'nın tekrar kendi zamanına dönme sinyalidir. Ne yazık ki sol kolu bu zaman sıçramasında Maryland’de kalır. Yani Dana her ne kadar kendi ırksal geçmişiyle yüzleşse de bir parçasını o zamanda bırakmak zorunda kalır. Geçmişin bugünde bıraktığı silinmez fiziksel bir iz gibi Dana da artık kendi zamanında bir şeyleri eksik yaşamaya mahkûm olur.
Kitabı okuyup bitirdiğimde aklıma şöyle bir soru geldi:
Peki bizler bugün hangi tarihî yükleri, geçmişe ait hangi izleri veya hangi eksiklikleri taşıyoruz üzerimizde?
“Geçmiş geçmemişse, geçmiş olsun.” demiştim bir zamanlar. Geçmiş sadece hatırlanacak anılar, bitmiş ve yaşanmış zamanlar değildir. O bazen tıpkı Dana gibi tarihî bir yük, kolektif bir travma da olabilir. Bu sebeple onunla yüzleşmek ve hesaplaşmak da gerekebilir.
Octavia E. Butler’ın yazmış olduğu Yakın isimli romanı okursanız, içinde bolca ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği, gücün yarattığı derin ve acı veren bağlantılarını keşfedebilirsiniz. Yakın bir bilim kurgu romanı değildir. Bu roman, bilim kurgu sosuna batırılmış bir dönemin rahatsız edici gerçekleridir.
Başka bir Akıl Fikir Gezegeni bölümünde görüşünceye dek, sağlıcakla kalın.
Comentarios