
Tarih boyunca insan, keşfetme ve anlam bulma arzusuyla hareket etmiştir. Bu bitmeyen arayış, bilinmeyene olan merakımızı beslemiş ve bizi hem kendi içimize hem de evrenin sonsuzluğuna yöneltmiştir.
Polonyalı bilimkurgu yazarı Stanisław Lem’in Solaris adlı eseri, bu arayışın hem insan doğasıyla hem de evrenle olan bağlantısını irdeleyen eşsiz bir başyapıttır. Solaris, uzaktaki bir gezegenin yörüngesinde dönen, insan aklının kavramakta zorlandığı bir okyanusu merkeze alır. Ancak bu sıradan bir okyanus değildir; zihinleri okuyabilen, insanların bilinçaltında sakladığı korkuları, pişmanlıkları ve travmaları fiziksel formlara dönüştürebilen bir varlıktır. Solaris gezegenindeki bu gizemli okyanus, insanın zihinsel ve duygusal derinliklerini bir ayna gibi yansıtarak, okuyucuyu kendisiyle yüzleşmeye davet eder.
Romanın ana karakteri Kris Kelvin, Solaris gezegenindeki araştırma istasyonuna gelen bir psikologdur. Kelvin, burada sadece bir bilim insanı olarak görev yapmayı umarken, gezegenin okyanusunun kendisine dair en derin ve unutmak istediği gerçeklikleri ortaya çıkarmasıyla sarsılır. Geçmişte kendi canına kıyarak kaybettiği sevgilisi Rheya’nın fiziksel bir kopyası, okyanusun bir yaratımı olarak karşısına çıkar. Rheya’nın varlığı, Kelvin’i hem sevgi hem de suçluluk duygularıyla yüzleşmeye iter.
Aslında Kelvin için bu uzay görevi oldukça neşeli ve ümit dolu başlar. Fakat araştırma istasyonuna geldiğinde durum hiçte sandığı gibi değildir. Kendini karşılayacaklarını sandığı üç görevliden biri intihar etmiş, diğer ikisi de kendi paranoyaları ile başbaşa odalarından bile çıkmamaktadır. Bu durum başta garip gelse de kısa bir süre sonra Kelvin içinde anlaşılır bir hal alacaktır. Zira yıllar önce ölmüş sevgilisi Rheya ile daha doğrusu Solaris’in tek canlı organizması olan okyanusun ona oynadığı ve Kelvin’ e Rheya gibi gözükmesi ile her şey altüst olur.
Biz insanlar makro bir düzende mikro hayatlar yaşayan canlılarız. Yaşantımız boyunca karşılaştığımız kişiler, başımızdan geçen olaylar, kayıplar, arayışlar, buluşlar ya da zannedişler ile geçen ömrümüzü anlamaya çalışırız. Bir kısmı mikro olaylar ile tetiklenir ve yeniden hatırlanırken bir kısmını ise hiç hatırlamak istemediğimiz, unutursak ya da öyle davranırsak daha iyi olacağımızı düşündüğümüz şeyleri bilinçaltımıza gönderip üzerini sıkıca kapatırız.
İşte Solaris gezegeninde ki okyanus bu sıkı sıkı kapatılıp hatırlanmak istenmeyen anıları ortaya çıkartarak insanların bu anılarıyla yüzleşmelerini sağlayan bir varlık olarak karşımıza çıkıyor.
Biz insanlar, her şeyi kendi bakış açımızla, yani insan biçimci bir şekilde anlamlandırmaya çalışırız. Başka yaşam formlarını tasavvur ederken bile bu eğilimimizden kurtulamayız. Ancak Solaris’in okyanusu, bu bakış açısını tamamen altüst ederek, bu antropomorfik anlayışı değiştiriyor.
Stanislav Lem'in Solaris kitabını sadece bir bilim-kurgu romanı olarak görmek biraz haksızlık olur. İnsanın derin uzayı keşfetmek için onca yolu giderken bulduğu şeyin kendisi ile yüzleşme fikri olması oldukça gerçekçi ve derinlikli bir hikaye…
İnsan bulmak için aramaya başladığında farklı aradığı şeyi bulduğunda ise daha farklı birine dönüşebilir. Başka bir mesele de bazen bulunan şeyin aslında aranılan şeyle hiç alakası olmadığı gerçeğidir. Ya da bulmayı umduğun şeyle…
İnsan zihni evrenin sonsuzluğu gibi sınırları belli olmayan bir muamma… hâlâ onun keşfedeceğimiz pek çok sırrı gizlice zamanını bekliyor…
Solaris bu konuda oldukça başarılı bir deneme yapıyor. Lem, okuyucuyu insanın yalnızca evrenle değil, kendi iç dünyasıyla olan mücadelesine tanık olmaya davet ediyor.
Eğer evrenin sırlarını keşfetmek, insan zihninin derinliklerinde bir yolculuğa çıkmak ve kendi doğanızla yüzleşmek istiyorsanız, Solaris tam size göre bir kitap. Okuyun; pişman olmayacaksınız. 🤗
Comments