
Bir düşünün! Günün birinde hiç bilmediğiniz bir yerde uyansanız ve bu yerde konuşulan hiç bir sözcüğü anlamasanız kendinizi nasıl hissederdiniz? Hadi şu hikayeyi biraz daha genişletelim;
Yanlış bir uçağa binmişsiniz, yorucu bir yolculuğun ardından nereye geldiğinizden emin değilsiniz ve etrafınızdaki hiçbir şey sizin için tanıdık değil. İşte bu bölümün konuğu Bay Budai’nin hikâyesi tam da böyle başlıyor. Kafasında Helsinki Dilbilim Kongresi’nde sunacağı bildirinin stresiyle, uykusuz ve tükenmiş bir halde kendini bir anda hiç bilmediği bir şehirde bulur. Ama yanlışlıkla geldiği bu şehir hiçte sıradan bir yer değil. Dilini bilmediği, işaretlerini çözemediği, neredeyse bir labirenti andıran bu şehir, Bay Budai için bir yabancılaşma ve çaresizlik deneyimi olacağa benziyor.
Bay Budai de tıpkı onu yaratan ve bu müthiş romanı yazan Ferenc Karinthy gibi bir Poligot yani pek çok dili konuşabilen, aynı zamanda antik dillerde etimolojik çözümlemeler yapabilecek kadar da donanımlı bir dilbilim uzmanıdır.
Bir takım yanlışlıklar sonucu dilini, adetini, sokaklarını bilmediği isimsiz bir kente uyanan Bay Budai, yine hiç bilmediği bir otele giderek orada 921 nolu odada kalmaya başlar. Fakat resepsiyon görevlisi kayıt esnasında elindeki parayı kendi para birimiyle değiştirip pasaportuna el koyar. İlk başta bunun bir prosedür olduğunu sanan kahramanımız sonrasında hiçte öyle bir adetleri olmadığını anlayacaktır.
Budai, bu hiç bilmediği diyarda, bilmediği bir dili konuşan ve sürekli bir yerlere yetişmeye çalışıp her şey ama her şey için sıraya giren bu kalabalık metropol içinde sıkışıp kalmıştır. Kısa sürede kendini yalnız, terkedilmiş hissederken bir yanda da giderek yabancılaşan bit insan konumuna yükselir.
İsterseniz gelin bu bilinmez şehir hayatına daha yakından bakalım.
Burası oldukça kalabalık ve ilk bakışta dünya üzerinde bulunan klasik metropol şehirlerinden farklı bir yer değildir. İnsanlar işlerine yetişmeye çalışır, evlerine dönmeye uğraşır, lokantalarda yemek yer, alışverişe çıkar… Fakat bunların hepsi yavaş yavaş değil sürekli bir koşuşturma içinde olur. Bu aşırı hareket sonucu hep bir kalabalık ve sıralı yapılan işlerin artmasına neden olur. Öyle ki; sıradan bir telefon klübesi önünde bile onlarca insan vardır. Bay Budai ‘nin ise kendi yaşadığı yerde daha sakin bir hayatı vardır. Evi, işi, karısı, oğlu ve köpeği ile normal bir hayat sürdüren kahramanımız, böylesi bir güruha karşı kendini savunmasız hisseder. Bir de işin içine iletişim kuramama sorunsalı girince işler iyice arap saçına döner.
Ülke dışına çıkanlar bilir. Özelikle gidilen yeri ve orada konuşulan dili veya iletişim kurulabilecek herhangi bir lisanı bilmiyorsanız kendinizi ıssız bir adada mahsur kalmış Robinson Crusoe gibi hissedebilirsiniz. Normalde ne kadar bilgili olursanız olun, size bu konuda yardımcı olabilecek biri ya da bir araç ta yoksa insanlığa birden bire yabancılaşmanız içten bile değildir.
Birde Bay Budai gibi pasaportunuza el konulmuş ve elinizdeki para suyunu çekmeye başlarsa, işten o zaman hepten kaygı seviyesi artıp sizi çileden çıkarabilir.
Bu esnada tutunacak bir dal ararsınız. Sizi bu karanlık çıkmazdan kurtaracak bir insan, bir şey, artık o her ne ise onu bulup yolunuzu tekrar bulmaya çalışırsınız. Budai içinde bu şey, kaldığı otelde bir asansör görevlisi olan ve her seferinde adını farklı zikrettiği kadın Epepe ‘dir. Hatta dilini bilmediği bu kadınla bir gönül ilişkisi bile yaşar. Lâkin yaşadığı tüm olumsuzluklar nedeniyle aynı kadına şiddet uygular. Hani eşeğini dövemeyen semerini döver misali…
Kitabı okurken Budai gibi kendinize şu soruyu sorabilirsiniz; Bu adamın karısı, tanıdıkları, iş arkadaşları hatta hani şu Finlandiya da katılamadığı dil kongresindeki katılımcılar, bu adamın yokluğunu hiç mi farketmez?
Yolunu yönünü bulamayan Budai de tüm umutlarını bu fikre bağlasa da ne arayan ne de soran vardır onu… Kendi başına şehrin bir ucundan diğer ucuna bir çıkış yolu arayıp durur.
Günün birinde parasızlık nedeniyle kaldığı otelden de atılan kahramanımız, artık sokaklarda kalmak zorunda kalır. Yiyecek bir şeyler alabilmek için türlü zorluklarla hamallık bile yapar. Ama tüm bu olumsuz şartlara rağmen umudunu yinede kaybetmez.
Bir gün halkın devlete ve yöneticilerine karşı girişilen bir devrim hareketinin ortasında kalır. Her iki taraftan bir sürü kişi öldürülür, çevrede pek çok yer atılan kurşun ve bombalarla tanınmaz hale gelir.
Roman boyunca Budai ‘nin mekansızlığı, iletişim kurma çabası, eski ve bilindik şeylere dair yakın ilişki kurma çabası adeta bir dedektifin ipuçlarını bulma çabası gibi ilmek ilmek dokunur.
Nihayetinde tüm bu yaşanan karmaşanın ertesi günü sanki bu savaş ve karmaşa hiç yaşanmamış gibi bir ortamla karşılaşır. O sırada bir nehrin kenarına oturup düşünmeye başlar. Ve birden suyun bir yöne doğru aktığını hisseder.
Kitabın finali Bay Budai ‘nin bu akışı takip etmesi ile son bulur.
2003 yılında gösterime giren, başrollerini Bill Murray ve Scarlet Johansson ‘nın paylaştığı “Lost in Translation” “ Bi ‘Konuşabilse! “ isimli sinema filmini izleyenler bilir. Dilini bilmedikleri farklı bir kültürde varolmaya çalışan iki Amerikalı insanın bu yabancılaşmayı aralarında kurdukları duygusal bağ sayesinde çözdüklerine şahit olursunuz. Bu arada bahsi geçen yakınlık daha çok iki dost, iki arkadaş gibi bir ilişkidir. Bob, bir iş sebebiyle Tokyo da bulunurken, Charlotte ise sevgilisinin daveti üzerine oradadır. Fakat Bob ‘un yabancılaşması ile Charlotte ‘un ki farklı bir durumdur. Charlotte sevgilisinin duygusal bağının zayıf olması nedeniyle kendini duygusal olarak yalnız hissederken, Bob hiçbir şeyini bilmediği bir yerde daha çok fiziksel bir yabancılaşma yaşar.
Bob ‘un durumu tıpkı roman kahramanımız Budai gibi özelikle dil bariyeri gibi iletişim sorunları yüzünden yaşanır. Bu da onda yine Budai gibi duygusal kırılmalara neden olur.
Neyse ki, Bob ve Charlotte birbirlerini bularak bu yalnızlığa bir son verebilirler.
Bu arada “Bir Konuşabilse”, Epepe kitabının sinemaya uyarlanmış hali değildir. Fakat konuları bakımından yani sosyal izolasyon, iletişimsizlik, kendine yabancılaşma, duygusal erezyon, yer yön duygusunun kaybı… gibi hisleri islemesi bakımından iyi ve ortak bir örnektir.
O zaman ne yapıyoruz? Hemen Macar yazar Ferenc Karinthy'nin Epepe kitabını okuyup, Bill Murray ve Scarlet Johansson ‘nın oynadığı “Bir Konuşabilse” filmini izliyoruz.
Başka bir bölümde görüşmek üzere, Sağlıcakla kalın
Comments