top of page

#Ben Thomas Bernhard, Kimim?

  • Yazarın fotoğrafı: Öykü Yavuz
    Öykü Yavuz
  • 19 May
  • 4 dakikada okunur

“*İnsan bir fayda vermeyen her topluluktan ayağa kalkıp gidebilmeli*.”


Avusturya'lı nihilist yazar, düşünür Thomas Bernhard'ın kendine ait olan bu söz, yazmış olduğu 5 bölümden oluşan otobiyografik eserinin ana düşüncesini oluşturur.


Bazı çocuklar gürültüyle gelir dünyaya... Bazıları ise bir fısıltıyla. İşte Thomas gürültülü bir dünyada avazı çıktığı kadar düşünen ama zihnindeki bu çığlıkları bile isteye susturmayı başarabilen özel bir çocuk…


Thomas Bernhard’ın çocukluğu, sevginin değil sessizliğin gölgesinde geçer. Yalnız, içe kapanık bir çocuk olarak dünyaya gelir. Babasızlık, toplumun ahlaki baskısı ve annesiyle olan mesafeli ilişkisi, onun ruhsal dünyasını şekillendirir. Kurtuluşu ise büyükbabasında bulur; entelektüel, özgür ruhlu bir adam.


Fakat onun eğitime ve eğitimli bireye karşı bakışı başlarda küçük Thomas için başka bir baskı aracı olmuştur. Çünkü büyükbaba, sadece okula giderek öğrenimini gerçekleştirmesini istemez. Aynı zamanda müzik konusunda ve dil becerileri konusunda da kendini geliştirmiş olmasını arzu eder.


Thomas gayri meşru bir ilişki sonucu dünyaya gelir. Gelir gelmezde babası onu ve annesini terk eder. Annesinin ruh halide bu durumdan ciddi şekilde etkilenmiş olacak ki, oğlunu yanında istemez. İşte Thomas Bernhard'ın hayatında çok büyük izler bırakacak büyük babası ile yaşantısı böylece başlamış olur.


Bu sessiz ama başlarda mutlu çocuk okul hayatının başlaması ile gerçek hayatla tanışmak üzeredir. Bu öyle bir dönemdir ki, Avusturya artık Hitler Almanya’sının kontrolü altındadır. Yani küçük Thomas, hiç istemese de o kahverengi üniformayı giyerek Nasyonal Sosyalist Partinin gençlik kollarına üye olmak zorundadır. Okulda yaşanan zorbalıkla, ideolojik öğretileri, her sabah okunan Hitlere övgü dolu marşlar, öğretmenlerin öğrenciler üzerinde kurduğu faşist ve totaliter baskılar… Hepsine en azından kendi pesimist ve mutsuz hallerini diğerlerinden saklayarak belli bir süre katlanır. Bu katlanışın en büyük sebebi çok sevdiği büyük babasının arzularını yerine getirmektir.


Neden? diye sorar küçük Thomas. Neden bu insanlar sürekli bir yarış halinde? Neden kültür asimile edilirken spor müsabakaları gibi ya da atlar gibi en iyi olanı seçmenin derdindeler?


Tüm bu sözde disiplin adı altında yaşanan yaşatılan şeyler insanları baskı altına alarak onları istediği gibi yönetip yönlendirmek arzusu değilde nedir?


Kısa zaman sonra Alman ordusu ve Nasyonal Sosyalist yönetim yara almaya başlar. İkinci dünya savaşı tüm Avrupayı sarmış, Hitler’in faşist yönetimi darbe üstüne darbe almaya başlamıştır. Artık Thomas'ın kaçması gereken başka bir şeyde şehrin üzerine yağmur gibi yağdırılan bombalardır.


Nihayet savaş sona erer. Fakat artık ne bir okul kalmıştır geriye ne de ders verecek bir öğretmen. Geriye kalan enkazlar, altlarında ölen insanlar, etrafa saçılan moloz yığınları, açlık, sefalet… Anlayacağınız savaş biter bitmesine ama geriye bıraktığı enkaz öyle kolay kolay kalkacak gibi değildir. Birde insanların tutumları bu dönüşümün daha da zor olduğunu ortaya koyar. Zira Hitler anlayışı gitmiş yerine Katolik kilisesinin anlayışı ikame edilmiştir. Duvarlara asılan gamalı haçlar inmiş yerine katolik meshebin haçı asılmıştır. Her sabah Hitler'i öven şarkılar gitmiş, yerine İsa Mesih ilahileri almıştır. Gençlik örgütünün katı gözetmenleri yerini kilisenin ve papazın yardımcılarına bırakmıştır. Anlayacağınız ideoloji değişmiş ama şiddet ve baskısı aynı şekilde devam etmiştir.


Thomas’ın artık bir karar vermesi gerekmektedir. Ya okula devam edecek ve nefret ettiği Avusturya halkından herhangi birine dönüşecektir ya da yeni bir yol çizerek hayatının kontrolünü eline alacaktır.


Ve Thomas bir karar [verir.](http://verir.Ke) Yaşadıkları bölgenin tam tersi daha varoş ve kaba insanların oturduğu başka bir semte bir bakkal dükkanında iş bulur. Başta büyük babası olmak üzere herkes buna karşı çıksa da sonradan verdiği karara saygı duyarlar. Hem bir yandan annesinin yanına döndüğü için evde beslenmesi gereken bir boğaz eksilmiş olacaktır. Sonuçta annesi Thomas'ın velisi olan baska bir adamla birliktedir, evde onlar ve üvey kardeşleriyle birlikte tam dokuz kişi yaşamaktadır.


Aslında Thomas için bu durum okulu bırakıp çalışmaya karar vermek değil bilakis bir kaçış planıdır.


Zaten o hep yalnızdır. Neredeyse kendini bildi bileli intiharı düşünmüş ve ölmeyi istemiştir. Fakat buna hiç cesaret edememiştir. Böyle bir karar onun pencereden atlaması ya da istenmeyen bir çocuk olduğu ailesi ile birlikte kalması demek olacağı için o da şehrin suç ve suçlu oranını tedarik eden bölgesinde Bay Karl Podlaha'ın bakkal dükkanında işe başlamayı tercih eder.


Başta işe ve ikamet eden insanına alışmakta zorlansa da zamanla hem yaptığı işe hemde insanlarına alışır. Hatta zamanla bundan zevk bile almaya başlar.


Birgün yine dükkana gelen patates çuvallarını kilere taşırken aşırı yağmurla ıslanır. Eve gittiğinde acı bir haber omu beklemektedir. Zira hayatta tek değer verdiği ve sevdiği insan olan buyuk babası hastaneye kaldırılmıştır. Bu haberle olduğu yere düşerek baygınlık geçirir. Ev ahalisi başta bunun bir gösteri olduğunu düşünse de , takip eden günlerde Thomas tekrar bayılır ve bu kez ayıltamazlar.


Thomas gözünü açtığında kendini öksüren, aksıran, çoğunluğu yaşlı insanların olduğu bir hastane bulur. Sonradan buraya “ölüm koğuşu” adını verecektir. Zira burası akciğer hastalıkları yaşayan insanların son günlerini, hatta saatlerini geçirdikleri bir senatoryumdur. Thomas burada bir yandan ölüm korkusu yaşarken bir taraftan da gözünün önünde onlarca kişinin can vermesine sahit olur. Zaten doktorlar onun içinde pek umutlu değillerdir. Bu sebeple onu buraya yani ölüm koğuşuna yatırmışlardır.


Thomas Bernhard yaşadığı bu deneyimi kritize ederken sağlık çalışanlarının, doktorların, hatta son görev yolculuğunda hastalara manevi rehberlik eden papazın bile nasıl bir bosvermişlik, nasıl bir iki yüzlülük içinde olduklarını oldukça etkili cümlelerle yazmıştır. Bu arada buyuk babası yanlış bir teşhisin kurbanı olur. Onu muayene eden doktor acil ameliyat olmasını ister ve maalesef ameliyattan sağ çıkamaz. Aynı zamanlarda annesinin rahim kanserine yakalandığını öğrenir. Thomas için hayat hiçte kolay gitmiyordur.


Başta Thomas bir baygınlık sonucu gittiği hastanede yapılan yanlış tetkikler, hijyenik olmayan şartlar, eksik ilaç uygulamaları yüzünden bir türlü iyileşmez. Aldığı kötü haberler de onun karamsar ruh halini iyiden iyiye daha da besler. Doktorlar durumu kötüleyen Thomas'ı havası daha serin, kuru ve daha sakin olan bir senatoryuma gönderirler. Burası daha sakin ve pastoral bir yer olmakla birlikte o dönem tedavisi olmayan bulaşıcı verem hastalığını taşıyan insanlarında kaldığı bir kliniktir. Bu sayede Thomas normalde iyileşecek bir hasta iken akciğerleri daha da hassaslaşır. Yine etrafında ölenler, pencereden görünen mezar taşları, hasta insanların ellerinde taşıdıkları ve içine tükürüp doldurdukları keseler, ilgili gibi görünen ama gerçekte ertesi gün ölmesi

beklenen hastalar… Anlayacağınız bir hasta için olmaması gereken ne varsa her şey vardır bu ortamda...


Thomas'ın bir karar daha vermesi gerekmektedir. Ya ölüme teslim olacak ya da ona fayda vermeyen bu yerden de ayağa kalkarak gitmesi gerekmektedir.


Ve kararını verir. Nefes almasıdır. Onu kurtacak nefesi… Çünkü “Bir hastane yatağında, ölümle koyun koyuna yatarken bile, insanı asıl öldüren şey toplumun küflü nefesidir.”


Thomas Bernhard’ın otobiyografik eseri, bir yaşamın kronolojik özeti değil; bir ruhun yavaş yavaş parçalanışı ve aynı anda yeniden inşasıdır.


Bu kitaplar, “acıdan kaçmak” için değil, bilakis “acıyla yüzleşmek” için yazılmıştır.


Daha fazla okunması dileğiyle, sağlıcakla kalın

コメント


bottom of page