top of page

Efsuncu Baba

  • Yazarın fotoğrafı: Öykü Yavuz
    Öykü Yavuz
  • 10 Haz
  • 4 dakikada okunur

"Her insanı, hatta her toplumu hoşlandığı yemle avlarlar."


Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Efsuncu Baba” romanı, bir toplumun hurafelerin peşinden koşarak, batıl itikatlara gerçekmiş gibi inanıp savunan insanların başından geçen gülünç, gülünç olduğu kadar da dramatik hikâyesini anlatır.


Kitabımız, iki hayali karakter olan Hacivat ve Karagöz tipli Agop ve Kirkor isminde iki ip eğirme işçisi Ermeni arasında yaşanan taşlamalarla başlar. Efsuncu Baba hikâyesi de Gürpınar’ın kitaplarında yaşattığı çok seslilikten nasibini almış bir eserdir. Bu iki gülünç tip sayesinde bir kez daha İstanbul’da yaşayan pek çok farklı kültürün bir arada yaşadığı görülebilir.


Kitabın kısa özetine geçmeden önce, hem Agop ve Kirkor’un yün ipi eğirdiği hem de kitaba ismini veren Ebulfazl Enveri Efendi'nin yani namıdiğer Efsuncu Baba'nın gizli saklı bir defineyi aramaya giriştiği yer olan “Binbirdirek Sarnıcı”ndan da bahsetmek isterim.


Muhtelif zamanlarda gerek Bizans gerekse Osmanlı döneminde yaşanan su kıtlığına çare olması için pek çok sarnıç yapılmış. İşte kitapta adı geçen Binbirdirek diye bahsedilen yer de Bizans döneminde inşa edilmiş; fakat İstanbul Osmanlıların eline geçtikten sonra ip ve yün eğirme yeri olarak kullanılmış ve hâlâ günümüzde mevcut olan bir yer: Binbirdirek Sarnıcı.


Gidip görmek isteyenler için bu sarnıcın İstanbul’un Fatih ilçesinde olduğunu ve bu direkleri saymak isteyen meraklılarını beklediğini söyleyip kitabın özetine geçebilirim.


Ebulfazl Enveri Efendi, babası Nasrullah Efendi ölünce, tıpkı onun gibi simya ilmi, yıldızlardan gelecek okuma, faldan niyetten kehanet bulma ve âhir zaman kapısını aralayıp kendine define arayarak dünyalık bulma işinde gelişmeye çalışan bilgi fukarası bir tiptir. Babadan kalma bir define kitabı ile Binbirdirek’in temelinde bulacağı define için rüyalara dalıp, sözde cezbe halinde onun yerini söyleyen cinler, periler şahı ile görüşerek zengin olacaktır. Yani anlayacağınız, Enveri Efendi batılı hak sanan, hakikati yok sayan, adımları, karışları ölçü bilip, elif’i mertek gören bir zamane cahilidir.


Babası Nasrullah Efendi’den kalan kitapta Binbirdirek’te bir define saklı olduğunu, onu da yanında bulunan insan kılığında iki meleğin koruduğunu okur. İşler bundan sonra yağlı ballı, katmerli hâle döner. Böylece Binbirdirek’in iki delikli gediklisi olan Agop ve Kirkor, Enveri Efendi sayesinde aniden iki koruyucu meleğe dönüşür.


Açlıktan ağzı kokmuş, sırtındaki mintanları yamalı, altındaki tumanları delik bu iki zirzop bir anda Ebulfazl Enveri Efendi’nin gözdesi hâline gelir.


Böylece Lahur ve Mahur adında iki melek zannedip evine götürdüğü Agop ve Kirkor için sıcak döşek, löp löp yemek dönemi de başlamış olur.


Geçen günler bir yandan Efsuncu Baba Enveri Efendi’nin sözde melek zannettiği Agop ve Kirkor ile defineyi nasıl bulup çıkarabilecekleri planlar ve konuşmalar eşliğinde geçerken, konaktaki kızı Mevlüde’yi Nurullah Hasip isminde genç bir adam istemeye niyetlenir. Fakat Enveri Efendi, yatmış olduğu istihare rüyasında bu delikanlının isminin cisminin, çizdiği yıldıznamede hâleti ruhiyesinin kızı için uygun olmadığına karar verir.


Aynı günlerde Enveri Efendi, evdeki kütüphanesinde yeni bir kitaba rastlar. Bu yeni tılsımnamede Binbirdirek’e fazla uzak olmayan bir kuyuda aradıkları definenin tılsımının saklı olduğu bir levhadan bahsedilir. Hemen yanına Lahur Agop ile Mahur Kirkor'u da alarak soluğu kuyunun başında alır. Kuru sulu yemekler, tatlı sıcak günleri bitmesin diyerek bu komedyaya devam eden bu iki zirzop da Efsuncu Baba’ya inanmış gibi yaparak onu takip ederler. Kuyunun başına geldiklerinde Kirkor’un beline bir ip bağlayıp aşağıya sallandırmaya başlarlar. Kirkor bir yandan korksa da bu saçma işi sürdürmeye devam eder. Aşağıya indiğinde karanlık çukurda hemen arkasında, ellerinde tabancalarla iki uğursuzun varlığını hisseder. Bu kişiler Kirkor’a “Sakın arkanı dönme. Ve biz ne söylersek onu yüksek sesle tekrar et.” diyerek Kirkor’u tehdit ederler. Zaten altına yapmak üzere olan Kirkor da ne derlerse yapmaya hazırdır. Sonra başlar bağıra çağıra kuyunun başına sesini ulaştırmaya:


> “Dünya yüzünde görmediğim emsalsiz bir bahçecikteyim. Güneşler, ayaydın içinde… Ne ferahlık bir yer. Ah, işte aygır gibi kocaman bir aslan ile kaplan orada suspus oturuyorlar. Mübarek hayvanatlar… Ortalık yerinizden geçeceğim. Size yalvar yakar olurum. Altın köşk nerededir? Bana işaret ediniz.


Teşekkür ederim… Teşekkür ederim hayvanatlar… Ah ne görüyorum? İşte ta karşıda altın köşk parladı.


Altın köşkün iki zümrüt kanatları açık. İşte önde iki dişi melek oturmuş. Sırma saçlarını atkuyruğu gibi iki yandan aşağı bırakmışlar. Bilirsiniz? Ne hoş kanlar! Fakat bunda yüreğine fenalık getirilmez. Ve boş laf edilmez. İşte bu matmazellere selam verdim, selam ettiler. Vay babasının canına, köşkün tavanı sade pırlanta. Elmas kafesin içinde siyah güvercinler papağan gibi çalımla oturuyorlar…


Matmazeller, müsaadeniz olur ki güvercinlerin boyunlarından tılsımları alayım? Eğerleyim, yerin dibinden liraları çıkarır isek bu güzel boyunlarınıza birer pırlanta gerdanlık hediye etmek borcumuz olsun…”




Ve nihayet bu cümlelerle kuyunun dibinde ses kesilir.


Kuyunun dibindeki iki serseri tip, Kirkor’a burada yaşanan hiçbir şeyden kimseye söz etmemesini ve verdikleri mektubu kaldıkları odaya bırakıp sabah erkenden oradan uzaklaşmalarını tehditvâri bir sesle söyledikten sonra, eline verdikleri yalancı tılsım levhası ile kuyunun başına gönderirler.


Gerçekte olan ise bambaşkadır. Aslında kuyudaki kişiler de Enveri Efendi'nin tanıdığı kişilerdir. Zira kızı Mevlüde’yi vermediği için Nurullah Hasip ve ev halkı böyle bir oyun tertip etmişlerdir. Hiçbir şeyden haberi olmayan Enveri Efendi ise dualar eşliğinde ele geçirdiği tılsımı tercüme etmenin derdindedir.


Nihayet çözer de…


Tılsımda şunlar yazmaktadır:


> “Ey Ebulfazl Enveri, tılsımı çözmeyi başarman bir şarta bağlıdır. Kızın Mevlüde'yi Nurullah Hasip'le evlendirmelisin. Bu evlilik taraflar için gayetle uğurlu ve mutlu olacaktır. Bu şartın gereğini yerine getirdikten sonra defineye kavuşmanın sırrına da ermiş olacaksın.”




Bu sırra ermenin sevinciyle hâlâ birer melek zannettiği Agop ve Kirkor’un odasına koşar. Fakat onları bulamaz. Masada üzeri yazılı bir pusula fark eder ve açıp okumaya başlar. Orada da şunlar yazmaktadır:


> “Baba Efendi,

Biz gökten geldik. Vazifemiz sona erdi. Yine oraya çekildik. Şimdi gayet mühim bir son vazifemiz kaldı. O da kızın Mevlüde'yi Nurullah Hasip’e vermeni hatırlatmaktır. Bize emir böyledir. Bu evlilik seni defineye sahip ettikten başka haneni bereket ve mutlulukla dolduracaktır. Ve sen de dünyanın en mutlu adamı olacaksın.”




Sonra ne mi olur? Mumlar, şamdanlar yanar, şerbetler tatlılar yenilir yutulur ve Mevlüde ile Nurullah Hasip kerevete çıkıp gerdeğe girmeye hak kazanır.


Ne demiştik bölümün başında; “Her insanı, hatta her toplumu hoşlandığı yemle avlarlar. Mesele, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı terbiye edebilmektedir.”


Bölümü kitabın son kısmında geçen şu cümlelerle bitirmek isterim:


> “Henüz çoğumuz hayatın özünü anlayamayarak, havada saadet, kuyu dibinde cennet arayan, birbirimizden keramet bekleyen, boş şeylere kapılan, vaatlere aldanan saf kimseleriz.


Bu dünya henüz büyük komik Molière çağından üç adım ileri gitmedi. Daima üstadın ebedi komedyaları tekrarlanıp duruyor. Yalnız sahnenin dekorları değişti. Tarzlar başkalaştı. İnsanın mayası hep o maya... Kötüler daha kurnazlaştı. Birbirine zarar verme ilerledi. Fenalıklar büyüdü.”




Her türlü kötülüğe rağmen insan kalabilenlere selam olsun.


Başka bir Akıl Fikir Gezegeni bölümünde görüşünceye dek, sağlıcakla kalın.



---

Comments


bottom of page