top of page

#Akışı Olmayan Sular

  • Yazarın fotoğrafı: Öykü Yavuz
    Öykü Yavuz
  • 21 Tem
  • 6 dakikada okunur
ree

Bu bölüm sizlere Pınar Kür’ün “Akışı Olmayan Sular” kitabından beş ayrı öyküyü, adeta kahramanlarını bir camın ardından izliyormuşuz gibi anlatmaya çalışacağım.


Bu cam ne kadar şeffaf görünse de, baktığımız ve görmeye çalıştığımız hayatlar biraz bulanık, biraz buğulu… Onlara ne dokunabiliriz, ne de değiştirebilir…


Sadece seyredebiliriz.Tıpkı kendi hayatlarımız gibi.

Hazırsanız, başlayalım.


Pınar Kür'ün "Akışı Olmayan Sular" kitabındaki ilk öykü "Biraz Daha Ölmek", okuyucuyu ilk başta belli bir döneme aitmiş gibi hissettiren bir atmosferle karşılar bizi. Öykünün anlatıcısı isimsiz bir çocuktur. II. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği yıllarda, hali vakti yerinde olan ailesinin bir anda kötüleşen ekonomik durumu ve babanın geçirdiği kalp krizi, anlatının seyrini değiştirir.

Anne, hayatın zorlukları karşısında eski neşesini kaybeder. Anlatıcı, abisi ve kız kardeşiyle olan ilişkisini kıskançlık ve inatlaşma duygularının gölgesinde yaşar. Zaman geçer. Abi, üniversiteye gidemese de iyi bir lise eğitimi ve öğrendiği Fransızca sayesinde bir bankada işe girer. Kız kardeş ise evlenip çocuk sahibi olur.

Anlatıcı, annesiyle birlikte yaşamaya devam ederken, bir noktada geçmiş anılarına dalar. Gözlerini bir hastane odasında açtığında artık 50 yaşındadır. Tıpkı babası gibi o da bir enfarktüs geçirmiştir. Hikâye, bundan sonra anlatıcının geçmişini sorguladığı, “acaba”larla yüzleştiği ve anıların artık daha bilinçli hatırlandığı bir aşamaya evrilir.

Hikâye, kitabın adına yaraşır şekilde, hayatın akmayan, donmuş bir yerinde son bulur:

> “Artık tüm çiçekler soldu. Geriye kalan ölüm ve ben. Ne yazık ki ölmedim. Ölemedim, işin kötüsü... Sessiz sedasız oturup bir köşede, ölüm anını bilerek beklemek zorundayım. Eski, yarım yamalak coşkulardan; sahicisine az çok benzer keyiflerden de arınmış, temkinli düşlere bile yer bırakmayan kara kuru günlerimi sürdüreceğim – ayıp olmasın diye.”


⭐️⭐️⭐️⭐️


Kitabın ikinci öyküsü “Kısa Yol Yolcusu”, yine isimsiz bir erkek anlatıcının gözünden aktarılır. Anlatıcının iç dünyası oldukça hareketli, çalkantılıdır; fakat dışarıdan bakıldığında, tıpkı kitabın adına da ilham veren durgun sular gibi sessiz, yorgun ve kirlenmeye yüz tutmuş bir durağanlık içindedir.

Kahramanımız kısa süren bir evlilik sonrası, başına gelen talihsiz ve sarsıcı olaylar üzerinden kaderini sorgulamaya başlar. Her şeyin başlangıcını, evlenirken parası yetmediği için kiralamak zorunda kaldığı gelinlikte arar. Sonra parasızlık gelir, ardından karısının onu terk edişi… Annesine ne olduğu, babasının ona neden hiç babalık yapmadığı bir bir zihninde canlanır. İçinde zaman zaman dizginleyemediği bir öldürme arzusu belirir. Fakat bu cesarete sahip değildir. Bu nedenle, bu şiddet dürtüsünü bir vitrin mankenine yöneltir — üzerinde gelinlik olan cansız bir mankene… Yalnızca hayalinde.

İsimsiz anlatıcımız annesiz büyümüştür. Babası, istemediği bir evlilik nedeniyle belkide âşık olduğu adama kaçmak isteyen karısını, bıçaklayarak öldürmüştür. Bu sebeple Çocukluğu anneannesiyle geçer. Günün birinde babası çıkar gelir; yanında üvey annesi Hicran vardır. Birlikte yaşamaya başlarlar. Kısa bir süre sonra babası ölür. Mirası üvey annesiyle paylaşır ve hayatına devam eder. Asıl içsel sorgulamalar, kendi evliliğinin sona ermesinden sonra başlar.

Tüm bu acı dolu geçmişe rağmen anlatıcımız uysal kalmaya devam eder. "Uysal bir çocuktum, uysal bir adam oldum." cümlesi, hem karakterinin özetidir hem de bundan sonra da nasıl bir hayat süreceğini açıkça gösterir.

Her gün aynı saatte uyanır, aynı otobüse biner, aynı yollardan geçerek işe gider. Aynı yerlerde yemek yer, aynı yatağa aynı yorgunlukla uzanır. Hayatı, rayına oturmuş bir tren gibi, hep aynı istasyonlardan geçer. Ancak içinde hep bir değişim arzusu taşır. Bir gün o otobüslerden birinden bambaşka bir durakta ineceğine, hayatına yeni bir yön vereceğine dair gizli bir umut besler.

> "Öteki durağa yaklaşıyor otobüs. Orada da ineceğim. Gelinlik giymiş bebeklerin canlanmayacağını bilerek...Akacak kanı olmayan bir kukla kadını bile öldüremeyeceğimi bilerek... İneceğim... Kesinlikle..."

Ve yine de nihilistçe sorar kendi kendine:"Neden o duraklardan birinde yaşamı bulacağımı sanıyorum, onu da bilmiyorum..."


⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️


Kitabın üçüncü öyküsü "Leyla İçin Şiir", yine isimsiz bir anlatıcıyla başlıyor. Öykünün sonunda adının Levent olduğunu öğrendiğimiz bu adam, evli ve iki çocuk babasıdır. Hayatının görünen kısmında her şey yolundadır: Üniversitede akademisyen olan, kendinden çok daha zeki olduğuna inandığı bir eşi ve toplumun "uslu" ve "akıllı" olarak tanımladığı iki kızı vardır. Fakat Levent, içinde bu düzenli hayatın ona yüklediği ağırlığı her geçen gün daha çok hisseder. Kendisini ait hissetmediği bir düzene sıkışmış gibidir. Ailesine karşı duyduğu yabancılaşma, zamanla kendisini sorgulamasına neden olur: “Herkesin akıllı bulduğu bu insanlar neden bana bu kadar uzak?”


Levent, duygusal ve romantik bir adamdır. Gerçek dünyaya ait olmak yerine, içinde yaşattığı düşlere daha bağlıdır. Çocukluk yıllarından beri komşuları olan Leyla’ya duyduğu saf ama tutkulu aşk, onun için bir tür sığınaktır. Leyla, bulunduğu çevreye pek uymayan, nevi şahsına münhasır bir genç kızdır. Özellikle annesi başta olmak üzere komşular tarafından sürekli dedikodu konusu edilir. Onun için "deli", "başına buyruk", "yoldan çıkmış" gibi etiketler kolayca yapıştırılır. Ancak Levent’in gözünde Leyla, farklıdır: Kurallara uymayan, başkalarının bakışına göre değil, içinden geldiği gibi yaşayan biridir.


Levent, yıllar boyunca Leyla’ya şiirler yazar. Fakat bu şiirler hiçbir zaman Leyla’ya ulaşmaz. Çünkü annesi, bir gün Levent’in defterini bulur ve şiirleri yırtıp atar. Bu olay, Levent’in içindeki tutkuyu söndürmek bir yana, daha da körükler. Zihninde Leyla, artık sadece bir insan değil; zamanla büyüyen, ulaşılmaz bir hayal haline gelir.


Derken, Leyla sinsi bakışlı, hoyrat bir adamla birlikte olmaya başlar. Levent için bu, tarifsiz bir yıkımdır. Ancak çok geçmeden o adamın Leyla’yı sadece kendi çıkarları için kullandığı anlaşılır. Söylentiler büyür, Leyla için söylenen kötü sözler gerçekmiş gibi kabul görür. Ailesi tarafından halasının yanına, uzak bir yere gönderilir.


Ve bir gün, acı haber gelir: Leyla’nın denizde boğulmuş bedeni kıyıya vurmuştur. Mahalle susar. Dedikodular, meraklar, suçlamalar birdenbire yok olur.


Levent, o günden sonra bir daha şiir yazmaz. Ama Leyla'yı da asla unutmaz. Artık karısına, çocuklarına karşı hiçbir şey hissetmez olur. Onların konuşmaları, hareketleri bile tahammül edemediği bir gürültüye dönüşür. Ve bir gün, bir akşamüstü ansızın patlar:


“Susun be! Susun artık! Yeter! Sessizlik istiyorum! Leyla’ya şiir yazacağım!”


Sustular.


⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️


Dördüncü Öykü: "Son Çizgi"


Muammer, ellili yaşlarında bir iş adamıdır. Bir gün, yine iş için gittiği Ankara’dan İzmir’e dönerken otostop çeken genç bir kızı arabasına alır. Hiç aklında yokken geceyi bu kızla birlikte geçirir ve sabah olup uyandığında, genç kıza görünmeden oradan ayrılır.


Aslında Muammer Bey’in arzuladığı kişi, arkadaş çevresinden birinin eşi olan Nurdan Hanım'dan başkası değildir. Gerçi buna pek "sevgi" de denmez; daha çok onun gençliğine ve zarafetine duyduğu tutku, geçip giden yıllara karşı beslediği karşı koyma arzusudur belki de.


Muammer Bey, kırkından sonra evlenmeye karar vermiş ve yıllardır sürdürdüğü serkeş hayata bir son vermek istemiştir. Karısı Sevil ise, yaşını almış olmasına rağmen hiç evlenmemiş, modern bir kadındır. Ancak evliliği bu kadar geciktirmesi, içinde biriktirdiği hıncı beraberinde getirmiştir. Bu hıncı hem çevresinden hem de Muammer Bey'den çıkarma hevesindedir.


Her yıl olduğu gibi bu yıl da yazlıkta kalınacak, tanıdık eş, dost, akraba ağırlanacaktır. Muammer Bey, karısı Sevil’in başta karşı çıkmasına rağmen Nurdan Hanım ve eşini de davet etmek ister. Garip bir şekilde, Sevil her ne kadar Nurdan Hanım’ı pek sevimli bulmasa da bu teklifi kabul eder.


Misafirler gelir. Evde, karısı ve çocuğunun yanında fazla vakit geçirmekten hoşlanmayan Muammer Bey, Nurdan Hanım’ın da gelmesiyle daha bir keyiflenir. Muammer ve Sevil çiftinin —her ne kadar pek istenmese de — Kaya adında bir oğulları, Nurdan ve Erdoğan çiftinin ise aynı yaşlarda Cem adında bir oğulları vardır. Bu iki haylaz çocuk, bahçede bulunan köpeğe hiç rahat vermez. En sonunda, Muammer Bey’in üzerini bir branda ile örttüğü ve çevresine taşlar yerleştirdiği kuyunun başına çıkarak oradaki taşları köpeğe fırlatmaya başlarlar. Taşlar azaldıkça, çocukların üzerinde oturduğu branda da çökmeye başlar.


Son anda bunu fark eden Muammer Bey, koşarak çocukları kuyuya düşmekten kurtarır. Ancak karısının hışmından kendini kurtaramaz.


Herkes gittikten sonra kuyunun başında Nurdan Hanım’la baş başa kalan Muammer Bey, ona içinden geçenleri söylemek istese de adeta dili tutulmuş gibi hiçbir şey söyleyemez. Kadın yanında ayrılırken, Muammer Bey eğilip kuyunun içine bakar ve suyun aksinde tıpkı yolda aldığı genç kızla birlikte olduğu sabah aynada gördüğü gibi, yüzünde yeni yeni beliren çizgiler görür.


“Aynada gözüne ilişen karanlık yüzün şişmiş çirkinliğinden irkildi birden. Karşısındakinin kendi elli yıllık yüzü olduğuna hemen inanmak istemedi…”


⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️



Beşinci ve son öykü "Bitmiş Zamana Dair"


Bu öykü, önceki dört öyküye kıyasla cinsiyet açısından farklılık gösterir. Zira ilk dört öykünün baş karakterleri erkekken, bu sonuncunun anlatıcısı genç bir kızdır. İsmini öğrenemediğimiz bu kızın, öykünün başlarında 12–13 yaşlarında olduğu bilgisi verilir. Ancak zaman geçmiştir ve bu kız artık yetişkin bir kadına dönüşmüştür.


Bir gün, tesadüf eseri bir açık artırma ilanında çocukken tanıdığı Ahmet isimli birinin öldüğünü ve eşyalarının satılığa çıkarıldığını öğrenir. Bu haber, onu çocukluğuna götürür ve geçmişin kapılarını aralar.


Hatırladığı ilk sahne, çocukken oturdukları apartmanın bahçesinde buldukları beyaz bir Ankara kedisini, 9 numaralı dairede oturan sahiplerine götürmesidir. Bu vesileyle o evdeki insanlarla tanışır. Bu tanışma, küçük kızda ilk kez “görülme” ihtiyacının karşılandığı bir deneyime dönüşür. Öykü, bu ilk temasla başlayan duygusal yakınlığı, daha sonra aynı ailenin iç dinamiklerine dair geniş bir perspektifle derinleştirir.


Evin yaşlı bireyi Nebile Hanım, küçük kıza kendi torunu Ahmet gibi değer verir. Aile, dışarıdan bakıldığında uyumlu ve huzurlu bir ortam sunuyor gibi görünse de, aslında kendi kurdukları dar dünyada, dış dünyayla ilişkilerini asgari düzeyde tutarak hayatta kalmayı başarmışlardır. Ahmet bu döngüyü kırmak istese de, zamanla o da aynı alışkanlıkların çocuğu olmaya devam eder. Ve sonunda, bu ailenin hayata veda eden son ferdi olarak tarihe karışır.


Her biri kendi içinde donmuş birer anı, birer tıkanma noktası olan bu beş öykü, “Akışı Olmayan Sular” adının hakkını verircesine, hayatın içindeki görünmez duraksamalara, içsel suskunluklara ve zamanın yüküne odaklanır. Pınar Kür, bu öykülerde ne olaylarla şaşırtıyor ne de çözümler sunuyor; aksine, karakterlerin iç dünyalarında yankılanan suskunluklara kulak vermemizi sağlıyor. Geçmişin, bilinçaltının ve söylenememiş cümlelerin ağırlığıyla, okuyucusunu durgun bir suyun kıyısında uzun uzun düşünmeye davet ediyor.


Bu vesileyle, aramızdan henüz ayrılan usta yazar ve çevirmen Pınar Kür’ü bir kez daha saygıyla anıyor; ailesine, sevenlerine ve tüm edebiyat dünyasına baş sağlığı diliyorum.


Başka bir Akıl Fikir Gezegeni bölümünde görüşünceye dek, sağlıcakla kalın

Comments


bottom of page