#Tarihin İlk Güzellik Yarışması: Paris'in Seçimi
- Öykü Yavuz
- 15 Mar
- 3 dakikada okunur

Paris… Truva'nın yok oluş lanetini başlatan ve sonunu getiren prens. Peki, kimdir bu Paris? Ve Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarının yazılmasına neden olan ilk kıvılcımı nasıl ateşlemiştir?
Bildiğiniz gibi İlyada, mitolojiye dair pek çok olayın ve karakterin temel kaynağıdır. Olimpos’un sakinlerinden Antik Yunan diyarına, Truva'nın ihtişamından tanrılara ve tanrı gibi görülen savaşçılara kadar her şeyi içinde barındırır. Töreler, adetler, inanç sistemleri, kehanetler ve hayata dair bakış açıları bu destanda bir araya gelir. Yukarıdakilerle aşağıdakilerin iç içe geçmiş yaşantısını okumak, sadece bir savaşın değil, bir çağın ruhunu anlamaktır.
Gelin, bu bölüme Paris’i tanıyarak başlayalım. Kehanetler yüzünden kendi toprağından uzakta büyümek zorunda kalan bu kayıp ruhu, genç prensi…
Truva’nın Kralı Priamos ve Kraliçesi Hekabe’nin oğlu Paris, henüz doğmadan kaderin ağına takılmıştı. Annesi Hekabe, hamileyken korkunç bir rüya gördü: Bir bebek değil, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan dev bir ateş topu doğurduğunu… Bu rüyanın anlamını önce kocası Kral Priamos’a, sonra da Truva’nın bilge kâhini Laokoon’a anlattı.
Bu arada, kanalda yer alan Truva’nın Son Kâhini Laokoon adlı bölümü dinleyerek konuyu farklı bir bakış açısından değerlendirebilirsiniz.
Laokoon’un yorumu kesindi: Bu, bir müjde değil, bir felaketin habercisiydi. Şeytanların ve karabasanların gölgesinde lanetli bir kehanet…
Böylece Paris, daha doğar doğmaz Truva’dan uzaklaştırıldı. Bugünkü adıyla Kaz Dağı, o zamanki adıyla İda Dağı’na götürülerek terk edildi. Ancak kader onunla yollarını kesiştirmekten vazgeçmedi. Bir ayı tarafından emzirilen Paris, daha sonra bölgedeki bir çoban tarafından bulundu ve büyütüldü.
Şimdi Paris’e “Yakında görüşürüz.” diyerek, sebeplerin sonuçlara bağlanacağı başka bir yere geçelim…
Sadece Truva Savaşı’nda değil, kendi yaşamında da cesur ve yiğit bir adam olarak bilinen Aşil, ölümlü bir baba ile bir tanrıçanın oğluydu.
Doğduğunda, annesi Thetis onu ölümsüz kılmak için Styx Nehri’ne batırdı. Ancak onu topuğundan tutarak suya soktuğu için, bu bölge ıslanmadı ve Aşil’in tek zayıf noktası olarak kaldı. Böylece, yenilmez bir savaşçı olsa da kaderi, en savunmasız yerinde yazılıydı.
Annesi Thetis ile babası Peleus’un evlilik töreni için tüm hazırlıklar yapılır. Ancak Zeus, nifak ve kaos tanrıçası Eris’i bu düğüne davet etmez. Eris, bu duruma öfkelenerek intikam almak için düğün alanına, üzerinde “En güzeline” yazılı bir altın elma bırakır.
Elma, özellikle Hera, Athena ve Afrodit’in dikkatini çeker ve üç tanrıça bunun kendilerine ait olduğunu iddia eder. Aralarındaki anlaşmazlık büyüyünce, Zeus tarafsız kalmaya karar verir ve elmanın kime ait olduğuna Paris’in karar vermesini ister.
Paris, elmayı eline alır ve kime vereceğini düşünmeye başlar. Tanrıçalar, onu etkilemek için sırayla vaatlerde bulunur:
Hera, “Eğer bu altın elmayı bana verirsen, seni Asya ve Avrupa’nın tek hâkimi yaparım.” der.
Athena, “Seni bilge bir insana dönüştürür, Truva’nın zaferini kaderine yazarım.” diye vaat eder.
Afrodit ise, “Dünyanın en güzel kadınının sana âşık olmasını sağlarım.” diyerek aşkın gücüyle Paris’i cezbetmeyi başarır.
Sonunda Paris, altın elmayı Afrodit’e verir ve böylece kaderin ağları örülmeye başlar.
Bu kararıyla Paris, sadece mitolojinin akışını değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda tarihteki ilk güzellik yarışmasını da gerçekleştirmiş olur.
Bugün dünyanın pek çok yerinde düzenlenen güzellik yarışmalarına baktığımızda, katılımcıların yalnızca güzel olmalarının yeterli olmadığını görürüz. Kendilerini bir seçici kurula beğendirmek, güzelliklerinin yanı sıra verdikleri sosyal mesajlar ve vaatlerle de jüriyi ikna etmeleri gerekir.
Bu açıdan bakıldığında, Hera, Athena ve Afrodit bile tanrıça olmalarına rağmen en güzel olduklarını kanıtlamak zorundadır. Sadece güzel olduklarını bilmeleri yetmez; bunun başkaları tarafından onaylanması ve ödüllendirilmesi gerekir. İşte tam da bu noktada, öznel olması gereken güzellik kavramı nesnel bir hale dönüşür.
John Berger, Görme Biçimleri adlı eserinde bu durumu şöyle açıklar: “Güzel olduğu yargısını alamayanlar, güzel olmadıklarını kanıtlamış olurken; güzel olduğu ispatlananlar ödüllendirilir.” Ve ekler: “Ödüllendirilmek, bir yargıcın mülkü olmaktır.”
Bu bağlamda, Paris’in yaptığı seçim, yalnızca bir mitolojik olay değil, aynı zamanda yüzyıllardır süregelen güzellik algısının temsili olarak da görülebilir.
Paris’in altın elmayı Afrodit’e vermesi, yalnızca bir tanrıçayı ödüllendirmekten ibaret değildi; güzelliğin bir yargıya, bir otoritenin onayına ihtiyaç duymasının ilk örneklerinden biriydi. Mitolojiden günümüze, güzellik hep bir seçici kurulun onayına sunulmuş, bireysel bir nitelik olmaktan çıkıp toplumsal bir norm haline gelmiştir.
O halde şu sorularla bölümü bitirelim:
Güzellik gibi bireysel ve öznel bir algıyı başkalarının onaylaması gerçekten gerekli midir? Onay alınamadığında kişi kendini çirkin mi saymalıdır? Güzellik payesini veren kişiler, bu değerlendirmeleri hangi kıstaslara göre yapmaktadır? Alınan onay, güzelliğin ne kadar süre devam edeceğini belirler mi? Ve bir gün bu seçilmiş güzellik sona erdiğinde, kişi kendini nasıl hisseder?
Cevaplarınızı sabırsızlıkla bekliyorum. Başka bir Akıl Fikir Gezegeni bölümünde görüşünceye dek, Sağlıcakla kalın.
Comments