
Fransız yazar Clara Dupond’un yazdığı “Taşların Anlattığı” kitabı, “Bir gün, bir ailede uyumsuz bir çocuk dünyaya geldi.” cümlesiyle başlıyor. Engelli doğan bu çocuğa dair en uygun tanım belki de “uyumsuz” oluyor. “Bozuk”, “eksik”, “işlevsiz”, “işe yaramaz” gibi sıfatlar bir yana, ailesinin hayatını derinden sarsan bu doğum, her şeyi ve herkesin yaşamını kökten değiştiriyor. Özellikle çocukların…
Kitap üç bölümden oluşuyor: Ağabey, Kız Kardeş ve Sonuncu. Her ailede olduğu gibi bu bebek dünyaya gelmeden önce büyük bir heyecan yaşanıyor. Ancak bu mutluluk çok kısa sürüyor. Aile, beklenmedik bir gerçekle yüzleşerek bambaşka bir duygu atmosferine giriyor.
Yazılan hikâyede isimlerin bir önemi yok. Zaten kahramanların adları da yok! Anne, baba, ağabey, kız kardeş, uyumsuz olan ve sonuncu…
İnsan doğar, merakla etrafını izler, dokunur, annesinin memesini emer, büyür, yürür, koşar, oyunlar oynar. Ama bu bebek öyle değil… Ne gözleri görüyor, ne elleri ve ayakları tutuyor, ne de doğru dürüst annesini emebiliyor—Zira damağı olması gerekenden çok daha çukur. Ağzı hiç tam olarak kapanmıyor ve duyduğu seslere de tepki vermiyor.
Bazı şeyler zamanın sessiz tanıklarıdır. Çevrenizde kimse yok sanırsınız ama bir saat, kitaplıktaki kitaplar, masada duran bir tuzluk, çerçevede asılı eski bir fotoğraf, içi yarım dolu bir sürahi ya da kireç lekeli bir bardak aslında her şeye şahitlik eder. Bu öykünün tanıkları ise taşlar… Kırmızı, siyah, bej, gri; büyük ya da küçük, dağda, yolda, evin bahçesinde… Her yerde bulunabilen ama kimsenin dikkat etmediği taşlar.
“*Biz, bu hikayeyi anlatmaya yeltenen avlunun kızıl taşlarıyız, bizim için aslolan sadece çocuklardır. Anlatmak istediğimiz onlardır. Duvara gömülü olan biz, onların hayatlarına bakarız. Asırlardan beri tanığız. Hikayelerin unutulmuşları hep çocuklardır.”*
…*taşlara oyuncak muamelesi yapanlar sadece çocuklardır, bize isim verirler, rengarenk boyarlar, üzerimizi resimlerle, yazılarla doldururlar, bize ağız, göz, çimenden saç yapıştırırlar, üst üste yığıp ev yaparlar, bizi suda sektirirler, dizip kale yaparlar ya da tren rayı. Yetişkinler bizi kullanır, çocuklar bizi başka bir şeye dönüştürür. Bu yüzden onlara derinden bağlıyızdır. Bu bir minnet meselesi. Şu sözü de onlara borçluyuzdur: Her yetişkin, bir zamanlar olduğu çocuğa karşı borçlu olduğunu unutmamalıdır.”*
Hikâyemiz, önce bir anne, bir baba, bir ağabey, bir kız kardeş ve en son doğan uyumsuz çocukla birlikte yaşayan beş kişilik bir aileyi anlatıyor.
Yeni doğan engelli birey için “uyumsuz” dediğime bakmayın. Kitabı okuduğunuzda, taşlar size gerçek uyumsuzların kimler olduğunu gösterecek…
Yine de, hem bir okuyucu olarak hem de bu kısa novellada sessiz tanıklar olsa da dile gelip anlatmayı seçen kızıl taşlar gibi, birkaç kelam etmek isterim.
Normal! Peki, bu ifade ile aslında ne anlatılmak isteniyor? Normalin anormale dönüşmesi için gerekli asgari uyumsuzluk miktarı nedir? Birine “anormal”, “işlevsiz”, “işe yaramaz” diyebilmek için yüzde kaçlık bir anormallik sınırı belirlenmelidir?
Uzun yıllar bu konularla ilgili bir meslek kolunda çalışmış biri olarak, engelli bireylerin ve ailelerinin yaşadığı bu “uyumsuz” damgasını bizzat gözlemleyenlerdenim. Sürecin ne kadar zor ve yıpratıcı olduğunu çok iyi biliyorum.
Sağlıklı bir bebeğin konuşması, gülmesi, hoplayıp zıplayarak oyunlar oynaması, düştüğünde “Anne!” diye seslenip acıyan dizini göstermesi, “Ama çok acıyor, öp de geçsin.” diyerek teselli araması… Tüm bunların ne kadar kıymetli olduğunu anlatmama gerek yok sanırım.
Ancak dünyada ve ülkemizde binlerce, hatta milyonlarca çocuk, bu mutluluk veren davranışlardan en az birini, belki de hiçbirini gerçekleştiremeden var olmaya çalışıyor.
Yazar Clara Dupond da, engelli bireyin yaşadığı zorluklardan çok, onun çevresindeki insanların psikolojik arka planına odaklanmayı tercih ediyor. Uyumsuzluk kavramını, asıl olarak etrafındaki insanların nasıl deneyimlediğini anlatıyor.
Bunu ilk olarak, küçük kardeşi doğduktan sonra ona gözü gibi bakan, her şeyiyle ilgilenen evin ilk çocuğu, ağabey üzerinden işliyor. Ağabey, sürekli püre halinde yemek yiyen, ağzını kapatamadığı için salyaları akan, kötü kokan, yürüyemeyen, görmeyen, uzun süre duyduğu seslere tepki vermeyen ve elleri bir çam kozalağı gibi sımsıkı kapalı olan bu çocuğa öyle güçlü bir bağ ile bağlanıyor ki, adeta bir Siyam ikizi gibi her anını onunla geçirmekten, onu her yere götürmekten büyük keyif alıyor.
Bu çok güzel bir şey gibi görünebilir. Ben de öyle düşünüyorum. Ancak ağabeyin bu bağlılığı, kız kardeş için aynı anlamı taşımıyor. Tam tersine, ona göre engelli kardeş, hayatlarını altüst eden bir yük. Ağabeyinin ilgisi yüzünden öfke duyuyor, hatta bu çocuktan iğreniyor. Çünkü yeni bebek dünyaya gelmeden önce, ağabeyiyle iyi anlaşan iki arkadaş gibiydiler.
Burada önemli bir nokta var: Ağabey, çocukluğundan beri zayıf olana, kendini ifade edemeyenlere, zorbalığa uğrayanlara yardım etmeye alışmış biri. Hayatında hep güçsüzlerin hamisi olmayı seçmiş ve bu şekilde tatmin bulmuş. Küçük kardeşinin ölümü ise onun dünyasını altüst ediyor ve onu duygusal olarak geri çekilmeye itiyor.
Kitabın ikinci bölümü Doğumundan itibaren ona kin besleyen Kız kardeşin hem ağabeyine hemde onun aşırı ilgi ve sevgisini alan küçük engelli kardeşine duyduğu öfkeyle başlıyor.
“*Ebeveynler mücadele verirken, ağabey çocukla bütünleşiyordu. Kız kardeş ise geri planda kalıyordu. Çocuk büyüdükçe ona karşı tiksintisi artıyordu ama bunu kimseye söyleyemezdi. Sürekli bakıma muhtaç, zayıf ve savunmasız bir varlıktı. Yemesi, içmesi, nefes alması bile bir özen istiyordu. Hassas bedeni her şeye tepki veriyor, varlığı ağır bir yük gibi hissediliyordu. Özellikle de gözkapağı iltihapları, onu en çok rahatsız eden şeydi.”*
Kız kardeş ona baktıkça, yere hiç basmamış kemikli ayaklarından, pis kokan ağzından, çökmüş göğüs kafesinden ve çıkık kaburgalarından tiksiniyor. Ağabeyinin sevgiyle baktığı bu varlığa, o tam tersine nefretle bakıyor. Çünkü onu hiçbir zaman gerçek bir kardeş gibi göremiyor.
*Taşlar her şeye şahitti; sanki hayatta kalan, hayata tutunamayanı cezalandırıyordu.*
Öfke, gerçek sebebini bulamadığında ya da asıl hedefini vuramadığında, kendine yeni adresler arar. Bu adres yanlış olsa bile...
Kız kardeşi ayakta tutan duygu sadece öfkedir. Küçük kardeş doğduğu günden bu yana kendisini görmeyen ağabeyine karşı ne kadar üzülürse bu uyumsuz kardeşten o kadar nefret eder. Tabi tüm bu negatif duygular onun arkadaş ilişkilerine, okuldaki derslerine, kısaca hayatına sıkıntı getirmeye başlar.
Günün birinde, bakımı giderek zorlaşan çocuk, yaşadıkları yerden uzakta bir bakım merkezine bırakılır. Doğduğunda üç yıldan fazla yaşamaz denilen bu çocuk, on yaşına geldiğinde art arda geçirdiği krizler ve organ yetmezliği nedeniyle hayatını kaybeder.
Ona neredeyse tüm hayatını adayan ağabey, bu kayıpla hayata küser, duygularını içinde bastırır ve şehre giderek orada yeni bir hayat kurar. Kız kardeş ise büyüdüğünde başka bir ülkeye taşınarak özgürce yaşamayı seçer.
Yıllar sonra, kardeşler, kırklı yaşlarını geçmiş olan ebeveynlerinden beklenmedik bir telefon alır: Çok yakında küçük bir kardeşleri daha olacaktır. Bu haber başlangıçta herkesi tedirgin etse de doğumun ardından kitabın üçüncü bölüm başlığı olan “Sonuncu” başlar.
Sonuncu çocuk dünyaya geldiğinde anne ve baba büyük bir endişe içindedir. Ancak zamanla onun tamamen sağlıklı olduğunu, hatta yaşıtlarından bile daha zeki ve yetenekli olduğunu gördüklerinde rahatlarlar.
"*Dramlardan sonra gelmişti. Buna karşın onun dram yaratmaya hakkı yoktu. Örnek bir çocuk oldu. Az ağladı, konforsuzluğa, ayrı kalmaya hızla adapte oldu, çaba göstermesi gerektiğinde hiç surat asmadı. Ebeveynlerini teselli etti. Öncekinin izlerini silmek istercesine mükemmel bir evlat oldu."*
Geçen yıllar içinde aile, evden ayrılanlarla birlikte üç kişilik bir çekirdek aileye dönüşmüştür. Ağabey ve abla yalnızca yaz tatillerinde ziyaret ederler. Ancak bu kez, ağabey küçük kardeşiyle fazla ilgilenmez. Ölen engelli kardeşinin anısı hâlâ zihninde ağır bir yer tutmaktadır. Buna karşılık, kız kardeş küçük kardeşine aşırı ilgili davranır.
Sağlıklı doğduğu için kendini suçlu hisseden sonuncu çocuk, her zaman ölen engelli abisiyle kendini bir tutar, onun yerine geçmeye çalışır.Bu davranışı onun çok küçük yaşlardan itibaren etrafa daha büyülü bakmasına sebep olur. Tıpkı taşlar gibi o da çevresinde olup bitenlere sessiz bir tanık gibi sabırla bakmayı öğrenir.
Zamanla ilişkiler yumuşar ve aile tekrar bir araya gelebilecek kıvama ulaşarak, hem engelli doğan çocuklarını, hemde yaşadıkları zorlu süreci içten bir şekilde kabul ederek hayatlarına devam ederler.
Taşların Anlattığı kitabı, yalnızca engelli bir bireyle yaşamanın zorluklarını değil, aynı zamanda bu engelin diğer aile bireyleri üzerindeki etkilerini de gözler önüne seren ve hikayesini dram anlatısına çevirmeden yapan etkileyici bir kitap. Clara Dupond, kabul edilmekte zorlanan engellerin öfke ve yabancılaşmaya nasıl yol açabileceğini, sevgi ve ilgiyle yönetilen krizlerin zamanla tüm soğuk ve böylesi yabansı duyguları nasıl sıcak ve içten bir deneyime dönüştürebileceğini naif bir dille anlatmış.
Kitabın sonunda annenin babaya dediği gibi; “"Bir yaralı, bir asi, bir uyumsuz ve sonuncu bir büyücü. Güzel iş doğrusu,"
“Taşların Anlattığı “ güzel ve anlamlı hikayesi ile güzel bir iş 👍 bence okuyun pişman olmazsınız.
Ve bir bölümün daha sonuna gelirken, kanala abone olmayı ve değerli yorumlarınızı bırakmayı unutmayın.
Başka bir bölümde görüşünceye dek, sağlıcakla kalın.
ความคิดเห็น