#Sisler Arasında Bir Hayat
- Öykü Yavuz
- 24 Mar
- 5 dakikada okunur

Miguel de Unamuno, İspanyol edebiyatının yenilenmesine öncülük eden ve edebi kurgulara daha modernist bir bakış kazandıran önemli yazarlardan biridir. Sadece roman ve öykü yazarı olmanın ötesinde, filozof kimliğiyle de öne çıkmış; birçok felsefi metin kaleme almıştır. Yaşadığı dönemde totaliter rejimlere, baskıcı ve faşizan diktalara karşı cesurca başkaldırmış, onların pişkin, yalaka ve kibirli yardakçılarına karşı sert eleştiriler yöneltmiştir. Aynı zamanda güçlü bir Cumhuriyet yanlısı olarak tanınmaktadır.
Bu bölümde, Miguel de Unamuno’nun dünyada en çok bilinen eserlerinden biri olan Sis romanı hakkında bilgi vermeye çalışacağım. Çağının ilerisinde bir yazar olan Unamuno, etkilendiği varoluşçu felsefenin de katkısıyla kaleme aldığı Sis ile kendinden sonra gelen kuşaklara örnek teşkil eden bir yapı ortaya koymuştur. Roman, uzun bir öykü formunda olduğu için novella olarak nitelendirilse de, Unamuno kendi edebi ekolünü yaratma çabasıyla bu türe Nivola adını vermiştir.
Her ne kadar Nivola’nın baş karakteri, ailesinden kalan mirasla geçinen ve hiçbir iş yapmayan müzmin bekar Augusto Perez olsa da, hikayenin asıl anlatıcısı bizzat yazarı, yani Miguel de Unamuno’nun kendisidir. 1914 yılında yazıldığını düşündüğümüzde, bu anlatım biçimi oldukça yenilikçi bir yaklaşımdır. Zira kurgu ile gerçeklik iç içe geçer; yazar ve karakter aynı anda varoluşlarını anlamlandırmaya çalışırlar.
Aslında Unamuno’nun bu tekniği, sıkça dile getirdiği edebi kandaşı Cervantes’in Don Quixote’unda da görülür. 1600’lü yılların başında yazılan bu eserde, maceradan maceraya koşan Don Quixote ve yaveri Sancho Panza’nın hikayesinin, Seyyit Hamid Badincani adlı bir Arap yazar tarafından kaleme alındığını öğreniriz. Unamuno da benzer bir anlatım oyunuyla, kurgunun sınırlarını zorlayan bir roman ortaya koymuştur.
Şimdi Sis romanının ne anlattığına ve vermek istediği mesaja biraz daha yakından bakalım.
Daha önce de bahsettiğim gibi, Augusto Perez ailesinden kalan mirasla rahat bir yaşam süren, hiç evlenmemiş, orta yaşlı bir İspanyol entelektüeldir. Pek fazla arkadaşı yoktur; zaman zaman yaşadığı yerin sokaklarında dolaşır ve dostu Viktor Goti ile satranç oynamaktan hoşlanır. Günün birinde, yine bir gezinti sırasında yolda genç bir kıza rastlar ve farkında olmadan onu takip etmeye başlar.
Augusto Perez, düşüncelerine fazlasıyla dalan, zihnindeki pek çok fikri aynı anda yorumlamaya çalışan, hayattan kopuk bir karakterdir. Hani hayat tüm ihtişamıyla akıp giderken, zihniniz size sürekli başka başka düşünceler sunar ve siz gerçek anı kaçırırsınız ya—işte Augusto da tam olarak böyle bir adamdır. Ancak karşılaştığı bu genç kız, fiziksel özelliklerine fazla dikkat etmemesine rağmen, onda aniden bir heyecan uyandırır. Sanki bomboş geçen hayatını dolduracak, ulaşacağı bir hedef bulmuştur.
Bir süre sonra Augusto, gözden kaybettiği bu genç kızı arkadaşı Viktor Goti’ye anlatır. Viktor, dostuna yardım etmek için kızın izini bulur. Bu genç kadın, Eugenia Domingo del Arco’dur. Ailesini kaybetmiş, ancak miras kalan evleri ipotek edildiği için amcasının yanında yaşamak zorunda kalmıştır. İpotek borcunu ödeyebilmek için piyano dersleri vermektedir.
Augusto, Eugenia ile bir an önce tanışmak ister; çünkü onun hayatına anlam kattığını düşünür ve ona sahip olmayı arzular. İlk olarak ona bir mektup yazar ve kaldığı evin hizmetçisine teslim eder. Başta amcası ve yengesi bu durumu pek anlamaz; ancak kısa süre sonra Augusto’nun varlıklı biri olduğunu öğrenince özellikle yenge Ermelinda, Eugenia’nın onunla evlenmesini uygun görür.
Oysa Eugenia’nın gönlü başkasındadır: Mauricio. Mauricio, genç ve yakışıklı bir adamdır; ancak sorumsuz, aylak bir hayat sürmekte, çalışmak gibi bir gayesi olmadan başıboş dolaşmaktadır. Çoğu zaman Eugenia’nın desteğiyle geçinen bu adam, çevresi tarafından pek de güvenilir biri olarak görülmez.
Augusto Perez’in aile yaşantısından da bahsetmek gerekir; zira Eugenia’ya aniden aşık olmasının ardında aile faktörü önemli bir yer tutar—özellikle annesi.
Augusto, babasını pek hatırlamaz. Onunla ilgili hafızasında kalan tek şey, öldüğü gün nasıl göründüğüdür. Ancak babasının ölümünden sonra annesiyle arasındaki bağ çok daha koruyucu ve kollayıcı bir hale gelmiştir. Annesi, Augusto büyüdüğünde bile onu kucağına yatırıp sever, gece yatmadan önce mutlaka iyi uykular öpücüğü verir. Kısacası, Augusto annesi hayattayken hiçbir kadınla ne duygusal ne de fiziksel bir yakınlık kurmuştur.
Aslında Eugenia’ya duyduğu sevgi de, annesinin sevgisine en çok ihtiyaç duyduğu dönemde ortaya çıkar. İşte burada şu soruyu sormamız gerekir: Aşk, gerçekten birdenbire gelişen, insanın elinde olmadan yakalandığı bir duygu mudur? Yoksa en ihtiyaç duyduğumuz anda, kafamızda yarattığımız imajı dış dünyada birine yansıtarak, adına aşk mı deriz?
Neyse insanların kafasındaki aşk imgesine fazla müdahale etmesem daha iyi olur sanırım, zira Shakespeare’e atfedilen ama onun olmadığı söylenen şu söz ne kadar da doğrudur oysaki; “*Beğendiğiniz Bedenlere Hayalinizdeki Ruhları Koyup Adına Aşk Diyorsunuz”*
Kitaba dönecek olursak, Augusto ısrarla Eugenia ile evlenmek ister, Eugenia ise ısrarla bu teklifi reddeder. Hatta ısrarcı olan ev halkına da karşı çıkar. Bu anlamda dönemin kadına bakış açısını düşünürsek yazar Unamuno, hikayedeki baş kadın karakteri daha çok feminen değil daha fazla fenimist bir karakter gibi yaratmış gözükmektedir.
Augusto, Eugenia’nın ipotek borcunu ödeyerek onu kendisine yaklaştırmaya çalışır. Ancak bu davranışı Eugenia’yı daha da öfkelendirir. Kahramanımız her zamanki gibi zihinsel olarak sürekli savrulmaktadır. Hatta yolda gördüğü herhangi birine aşık olduğunu sanarak onları takip eder. Bu düşünceler ve norm dışı davranışlar, onun derin bir yalnızlık içinde olduğunu gösteren açık işaretlerdir.
Bir süre sonra evine gelen Rosalio adında bir çamaşırcı kızla cinsel bir birliktelik yaşar. Ancak bu kez garip bir durum ortaya çıkar: Rosalio, Augusto’ya aşık olmuştur. Böylece bir paradoks doğar—Augusto’yu seven biri varken, Augusto’nun gönlü başkasındadır.
Aslında Augusto’nun neyi sevip sevmediği bile belirsizdir. Varoluşunu anlamlandırma konusunda oldukça kısır bir karakterdir. Neyi neden istediğinizi bilmediğinizde, nasılın da bir anlamı kalmaz.
Hikaye devam ederken, Augusto’nun Eugenia’yı elde etmek için çabaladığı sırada yolda yavru bir köpek bulup sahiplendiğini de belirtmek gerekir. Bu köpeğe, mitolojiden esinlenerek Orfeus adını verir.
Bildiğiniz gibi Yunan mitolojisinde Orfeus, çaldığı lir ve söylediği şarkılarla tanrıları bile büyüleyebilen bir ölümlüdür. En çok, ölen karısı Eurydike’yi yeraltı tanrısı Hades’in elinden kurtarma çabasıyla bilinir. Gerçi onu tam anlamıyla kurtardığı söylenemez ama en azından dener.
Neyse, hikayeye geri dönelim.
Bir süre sonra Eugenia, Augusto’nun evlilik teklifini kabul eder. Bunun üzerine Augusto, Rosalio ile olan ilişkisini tamamen keser ve Rosalio da ondan uzaklaşır. Ayrıca evin hizmetçilerinden biri olan Liduvina da patronu Augusto’yu içten içe sevmektedir. Ancak hiçbir şey planlandığı gibi gitmez.
Başta Augusto ile evlenmeyi kabul eden Eugenia, aslında ona bir oyun oynamıştır. Sevgilisi Mauricio ile birlikte evden kaçıp gider. Bu ihaneti hazmedemeyen Augusto, intihar etmeye karar verir. Öncesinde, intihar üzerine bir yazısını okuduğu için Miguel de Unamuno’yu ziyaret etmeye gider.
Unamuno, Augusto’nun kendini öldüremeyeceğini söyler. Çünkü onu, yani Augusto Perez’i kurgulayan bizzat kendisidir. Yazar olarak istemedikçe onun ölmesi mümkün değildir. Bu duruma öfkelenen Augusto ise asıl Unamuno’nun bir gün öleceğini, ancak kendisinin hikayesini okuyanlar sayesinde sürekli ve tekrar tekrar canlı kalacağını söyleyerek evden ayrılır.
Bu anlamda Sis romanı edebiyat tarihinde yazıldığı dönem itibariyle metakurmaca bir eser olarak önemli bir örnektir.
Gelelim hiyayenin yavaş yavaş sonuna…
Bitkin bir halde evine dönen Augusto, odasına kapanır. Hizmetçisi Liduvina, aç olup olmadığını sorar. Hiçbir şey yemeyeceğini söylese de Liduvina onun için çeşitli yemekler hazırlar ve ısrarla önüne koyar. Başta reddetse de Augusto, sonunda tıka basa karnını doyurur, ardından yatağına uzanır ve bir daha uyanmaz.
Bu duruma sinirlenen yazar Unamuno, onu tekrar canlandırmak ister. Ancak Augusto, yazarın rüyasına girerek bunu yapmamasını rica eder. Böylece Augusto Perez, hayatını kaybeder. Ancak onun gerçekten intihar mı ettiği yoksa Unamuno tarafından mı öldürüldüğü belirsizdir.
Augusto’nun ölümünü hisseden sadık köpeği Orfeus, adeta bir insan gibi duygusal bir konuşma yapar. Gözlerinin önünde beliren kapkara sisin içine doğru ilerleyerek, tıpkı sahibi gibi hayata veda eder.
Her ne kadar Orfeus bir köpek olsa da Unamuno, ona insana özgü bir karakter kazandırır—hatta belki de insanın olması gerektiği gibi bir ruh hali verir.
"*Benim zavallı sahibim, benim zavallı sahibim! Öldü; ölüp gitti elimden! Her şey ölüyor, her şey, her şey; her şeyim ölüyor! Ve hepsinin yerine ben öleceğime, hepsinin ölüp gitmesi daha kötü! Zavallı sahibim benim! Zavallı sahibim benim! Burada, biraz sonra çürümenin vereceği, kemirilecek etin kokusuyla, solgun ve soğuk uzanmış yatıyor; bu artık benim sahibim değil. Hayır, hayır değil. Benim sahibim nereye gitti? Beni okşayan, benimle konuşan sahibim nerede? "İnsanoğlu ne acayip bir hayvan! Hiç bir zaman önündekini anlamaz. Bizi okşar, niçin olduğunu bilmeyiz ve onu en çok okşadığımız zaman ve kendimizi ona tam teslim ettiğimiz zaman bizi iter ya da cezalandırır. Onun ne istediğini bilmenin yolu yoktur, kendisi de bilmez. Her zaman olduğu yerden başka bir yerdeymiş gibi görünür ve kendisine bakana bakmaz. Sanki başka bir dünya varmış gibi. Kuşkusuz, eğer başka dünya varsa, bu dünya yok demektir.”*
Başka bir Akıl fikir gezegeni bölümünde görüşünceye dek, sağlıcakla kalın 🤗
Comentarios