top of page

Shakespeare Taragedyalarında Güç İstenci

  • Yazarın fotoğrafı: Öykü Yavuz
    Öykü Yavuz
  • 18 Nis
  • 4 dakikada okunur



Shakespeare'in tragedyaları sadece entrikalarla dolu sahneler değil, aynı zamanda insan doğasının karanlık köşelerine tutulmuş güçlü birer ışıktır. Bu oyunları okuduğunuzda, gücü elinde tutanların aslında o gücün kölesine dönüşebileceğini görürsünüz. Güç, dışarıdan bakıldığında bir hakimiyet biçimi gibi görünse de, içeriden bakıldığında çoğu zaman bir tutsaklık hikâyesidir. Shakespeare karakterleri aracılığıyla bize gösterir ki, güç istenci bir kez uyanınca, artık sahibini esir alır. Tıpkı Macbeth gibi…


Macbeth zaten bir toprak beyidir. Aynı zamanda Kral Duncan’ın ordusunda ismi bilinen bir komutandır. Ancak kendi içinde uykuya dalmış güç arzusu, garip bir şekilde uyanır. Pek çok şeye sahip olmasına rağmen, o her şeye sahip olmak ister. Fakat her şeye sahip olduğunda, bu kez gece uykularını kaybedecektir. Çünkü artık elde ettiği güç, onunla savaş hâlindedir.


Başka bir tragedyadan da örnek verebiliriz…


III. Richard, her ne kadar bir hanedan üyesi olsa da, onu öne çıkaran asıl özellik; fiziksel engelleriyle birlikte sinsi ve manipülatif kişiliğidir. Ancak bu yönlerinin de ötesinde, Richard’ın temel takıntısı, herkesten ve her şeyden intikam almak için güce sahip olma arzusudur. Çocukluğundan itibaren hor görülen, dikkate alınmayan bu eğri büğrü bedenli insan, zamanla içindeki çarpıklığı dış dünyaya yansıtarak etrafını kana bulamıştır.

"Amaca giden her yol mübahtır" düşüncesiyle hareket eden Richard, zamanla yalnızca dış dünyayı değil, kendi iç benliğini de fethedilmesi gereken bir ülke gibi görmeye başlar ve sonunda kendine de savaş açar. Çünkü insanın benliği, yalnızca dışa yansıyan eylemlerle değil, içeride verilen büyük mücadeleyle anlaşılabilir. Ve bu mücadeleyi, kişinin kendisinden başka kimse tam anlamıyla bilemez. Ne var ki dışa vuran gaddarlık, iç dünyada kopan fırtınaların, kaotik arzuların ve karanlık hesaplaşmaların bir göstergesidir.

Richard, işte tam da böyle bir karakterdir: Hem bir kurban hem bir zalim, hem savaşçı hem de kendiyle savaşan bir kral.


Otello oyunundaki İago karakteri, tıpkı III. Richard gibi güç istenci uğruna her şeyi yapabilecek zihniyete sahip başka bir karanlık figürdür. Yüzeyde, Otello kıskançlık ve bu kıskançlığın yol açtığı bir aşk cinayeti gibi görünse de, aslında derinlerde çok daha güçlü bir mesaj barındırır: Güce sahip kişilerin çevresinde, bu gücü kötüye kullanmak isteyen, kendi çıkarları uğruna insanların duygularını manipüle eden kötü niyetli bireyler her zaman vardır ve bu kişilere karşı dikkatli olunmalıdır.

Otello, herkesin sevip saygı duyduğu, cesur bir kaptan ve iyi bir liderdir. Ancak onun en büyük zaafı, derin bir aşkla bağlı olduğu karısı Desdemona’dır. Bu zaafı fark eden ve gemide önemsiz bir görevde bulunan İago, ikinci kaptan olabilmek için öncelikle Otello’nun güvenini kazanmak ister. Fakat İago, bunu dürüstlükle, yeteneklerini göstererek yapacak biri değildir. Onun en büyük yeteneği, aslında sahip olmadığı özellikleri varmış gibi gösterme becerisidir. Yani insanları yalanlarla yönlendirmek, kışkırtmak ve ustalıkla manipüle etmektir.

Her şeye sahip olma arzusu, doğru ya da yanlış her yolu mübah görmeyi beraberinde getirir. İago da bu uğurda gözünü kırpmadan yalanlar söyleyecek, masum insanları suça bulaştıracak ve onları toplum dışına iterek felaketlere sürükleyecektir. Nihayetinde, bu trajedi yalnızca kıskançlığın değil; aynı zamanda yönlendirilen algıların, sinsice kurulan tuzakların ve karanlık niyetlerin ne denli yıkıcı olabileceğini gözler önüne seren güçlü bir anlatıdır.


Gücü isteyenler kadar, gücü elinde tutan kişinin de tutarlı ve adaletli olması gerekir. Kral Lear, elindeki iktidarı yönettiği zamanlarda olduğu gibi, bu gücü dağıttığında da sürecin aynı şekilde devam edeceğini sanan başka bir Shakespeare karakteridir. Lear, emekliliğe ayrılmadan önce sahip olduğu toprakları üç kızı arasında paylaştırmak ister. Ancak bunu yaparken, elindeki gücün verdiği kibirle kızlarının kendisine olan sevgilerini dile getirmeleri karşılığında bu bölüşümü gerçekleştireceğini söyler.

Büyük ve ortanca kızı, mirastan daha fazla pay alabilmek için klişe ve yapmacık sözlerle babalarını pohpohlar. Lear, bu gösterişli ama sahte sözlerden etkilenerek onlara büyük paylar verir. Sıra küçük kızı Cordelia’ya geldiğinde ise, ondan beklediği övgüleri duyamaz. Cordelia, içten ve ölçülü bir ifadeyle gerçek sevgisini sunar ama babasının gururla perçinlenmiş beklentilerine boyun eğmez. Bunun üzerine Lear, Cordelia’yı mirastan men eder.

Oysa Cordelia’nın sevgisi, gücün karşısında eğilmeyen, dürüst ve saf bir sevgidir. Ancak Lear’ın gözleri, elinde tuttuğu gücün sarhoşluğuyla kör olmuştur. Buna bir de diğer kızlarının sahte övgüleri ve ikiyüzlü yaklaşımları eklenince, Lear hem kendi gerçeğini hem de kızının gerçek sevgisini göremeyecek hâle gelir.

Kral Lear, gücün ne denli yanıltıcı olabileceğini ve gerçek sevginin, gösterişli sözlerden değil, sadelikteki içtenlikten doğduğunu anlatan sarsıcı bir trajedidir.


Hamlet, yalnızca bir intikam öyküsü değildir. Bu oyun, gücün insan zihnini nasıl kemirdiğini, ahlaki dengeleri nasıl altüst ettiğini gösteren bir iç hesaplaşmadır. Danimarka tahtı, bir cinayetle el değiştirir. Eski kral öldürülmüş, yerine kardeşi Claudius geçmiştir. Hamlet ise hem babasının ani ölümüyle hem de annesinin hızla bu yeni düzene boyun eğişiyle sarsılır.

Claudius’un gücü meşru değil; hileyle, ihanetle ve kanla kazanılmıştır. Ama asıl tehlike onun yalnızca tahtta oturuyor olması değil, insanların zihnine sızarak düşüncelerini bulandırma becerisidir. Hamlet’in çevresinde artık hiçbir şey saf değildir. Her söz, her gülümseme, her dostluk şüphe taşır. Güvensizlik, gerçekle yalanın sınırlarını silikleştirir.

Hamlet’in trajedisi, sadece babasının katilini cezalandırmaya çalışmasında değil, yozlaşmış bir düzenin ortasında erdemli kalma çabasında gizlidir. Ne harekete geçebilir, ne de geri çekilebilir. “Olmak ya da olmamak” sorusu, yaşamanın mı yoksa yok olmanın mı daha onurlu olduğunu sorgulayan bir iç çığlığa dönüşür.


Jül Sezar oyununda Shakespeare, gücün yalnızca sahip olunacak bir şey değil, aynı zamanda başkaları tarafından tehdit olarak algılandığında nasıl yok edilmek istendiğini de anlatır. Sezar, halk tarafından sevilen, saygı duyulan ve büyük bir siyasi güce sahip bir liderdir. Ancak bu güç, çevresindekiler için bir hayranlık değil, bir korku nesnesine dönüşür.

Özellikle Brütüs gibi kişiler için Sezar’ın mutlak iktidara doğru ilerleyişi, cumhuriyetin sonu demektir. Brütüs, halkı ve ülkeyi düşündüğünü zannederek Sezar’a karşı komploya katılır. Oysa bu karar, sadece bir siyasi hamle değil; aynı zamanda kişisel çatışmaların, dostluk ile sorumluluk arasında kalan bir vicdanın da göstergesidir.

Sezar, kendine olan güveniyle neredeyse dokunulmaz bir figür hâline gelmiştir. “Ben Sezar’ım” diyerek kendini kadere, doğaya ve ölüme karşı bile üstün gören bir lider portresi çizer. Ancak en büyük yanılgısı, en yakınındakilerin bile gücünü tehdit olarak görebileceğini fark edememesidir. Nitekim ona en ağır darbeyi, en çok güvendiği Brütüs vurur.

“Sen de mi Brütüs?” sözü, sadece bir ihaneti değil, aynı zamanda gücün en büyük kör noktası olan kibri ve yalnızlığı da açığa çıkarır.

Jül Sezar, yalnızca bir iktidar mücadelesini değil, gücün etrafında şekillenen sadakat, ihanet, korku ve vicdan arasındaki ince çizgiyi gösteren zamansız bir tragedyadır.


Neden mi Shakespeare okumalıyız? Çünkü hâlâ bize anlatmak istediği çok şey varda ondan…


Başka bir bölümde görüşmek üzere, Sağlıcakla kalın 🤗

Komentáre


bottom of page