
Gelin size bugün tasavvufi bir tabir olan seyr-i sülük kavramından bahsedeyim. Seyr-i sülük kavramı zaman içerisinde kişinin kendi nefsi müdahalelerini değiştirerek İnsanı Kamil yani en makbul insan mertebesine çıkmasına ifade eden bir kavramdır. Bu bağlamda insan yedi adet nesf katını geçmesi gereken, her aşamada kendini gerçekleştiren bir canlı olarak düşünülmüştür.
İzin verirseniz Celaleddin Rumi’nin dokuz yüz katlı insan metaforundan mülhem konuya bu katları sayarak başlamak isterim. Bilmeyenler için Mevlana'nın dokuz yüz katlı insan metaforu, insanın derinliklerindeki potansiyeli ve ruhsal yükselişi sembolize eden bir benzetmedir. Bu metafor, insanın iç dünyasının çok katmanlı olduğunu ve her katmanın farklı bir anlamı ve anlayışı temsil ettiğini ifade eder. İnsan, bu katmanları birer birer geçerek ve keşfederek kendi içindeki derinlikleri ve potansiyeli ortaya çıkarabilir.
Gelelim bahsi geçen katların isimlerinin ne olduğuna ve rölativsel olarak bizlerde yarattığı etkilerinin neler olabileceğine;
İnsanın içine doğduğu dünyaya kendini uydurabilmesi için benzer hazları ve acıları deneyimleyip, ortak inançları ve kültürü paylaşması elzemdir. Tüm bunların karşısında durması aynı toplumdan dışlanmasına, ayrıksı bir yabancı olarak anılmasına neden olacağı için en kısa sürede bu uyumlanmayı gerçekleştirmesi gerekir. Seyr-i Sülük işte burada devreye girer. Zira birey az da olsa belli bir bilgi sahibi olmuş ve yönünü tayin edebileceği yaşlara ermiş durumdadır.
İlk gerçekçi varoluş sancılarının başladığı ergenlik dönemi aynı zamanda ilk aşama olan Nefsin Emmare dönemine denk gelir. Böylece nefsin terbiye edilmesi gereken ve neredeyse yaşayan bir organizma olduğunun ortaya çıkması, başka bir gerçekliğin de var olabileceği anlamını taşır.
Nefs-i Emmare, tüm ilkel dürtülerin hüküm sürdüğü, hayvani benin bedeni ve zihni ele geçirdiği bölümdür. Bu katta eylemler değişse de alınacak haz genellikle aynıdır. Yani eylemde rölativistik fakat arzunun doyumunda sabittir.
Konunun tamda burasında “Nefs” diye anılan kavramın Psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud’un libidosuna eş değer bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi libido, her insanda bulunan yaşama azmi ve hazzın gereklerini yerine getirmek için oluşan bir enerjiyi ifade eder. Libidonal enerji sayesinde duygusal ve deneyimsel olarak yaşadığımız hayattan maksimum haz alarak yaşamayı amaçlarız. Fakat Freudyen teori libidonun benliğimizi tahrip etme gücünü öncelerken, her ne kadar bir zamanlar halefi sayılan Carl Jung psikolojisinde ise, daha fazla şeyi öğrenebileceğimiz ve benliğimizi geliştirecek yönlerimizin daha çok olmasını sağlayacak itici bir güç olarak tanımlanır.
Jung, selefi Freud'a göre bilinçdışı kavramını bastırdığımız olayları sakladığımız ve zorunlu durumlar karşısında açığa çıkan kilitli bir kasa gibi görmez. Onun düşüncesine göre bilinçdışı, tarih boyunca öğrenilmiş bilgilerin saklandığı ve gerektiğinde ortaya çıkan çeşitli bilgilerle dolu bir hazine sandığıdır. İnsanın var olduğundan bu yana yerleşik arketiplerin ve korku kültüründen kaynaklı gölgelerin zamanı gelene kadar bekletildiği bir kişilik kazanıdır. Haliyle bu tipler insanın ömrü boyunca gelişimine katkı sağlar. Kişiselleştirilmiş arketipler kısaca; gölge kişi, yaşlı bilge, çocuk, evrensel anne, anime, animus, kutsal insan ve kahraman kurtarıcı tipleridir.
Konumuz Jung’un oluşturduğu imgesel ve simgesel psikanaliz olmadığı için ve konuya dair söylenecek pek çok şey olmasına karşın ileride kısmen atıfta bulunmak suretiyle esas konumuz olan Seyr-i Sülük yani insanın ruhsal ve manevi yolculuğu sırasında uğradığı nefs katlarına geri dönelim. Yoksa analitik psikoloji bizi alıp başka yerlere götürecek ve oradan da geri getirmeyecek gibi 😁
Nerede kalmıştık? Ha, evet insanın devir teslim bayrağını aktarmadan önce uğradığı yerlerin ilki olan Kötülüğü fısıldayan, her türlü cismani arzunun güzel göründüğü ve tamamen fiziki düşünülen bir günah şehri olan Nefsi Emmarede…
Tasavvuf da “Gaflet Uykusu” denilen bir kavram vardır. Kısaca unutmak, yok saymak, inkar etmek gibi anlamları vardır. Bildiğiniz gibi söylediğim bu tanımlar insanın kendini maalesef bilinçli değil de dürtüsel olarak savunduğu mekanizmalarıyla benzerlik gösterir. Bastırma, yadsıma, yansıtma bunlara örnek olarak verilebilir. İşte Emmare dairesinde olan kişi asıl benliğine yaklaşmaktan aşırı korktuğu için bu gafletin içinde yuvarlanır durur. Asıl kendini unutmak için dışındaki dünyada yaşamayı istediği ne kadar nesnel duygu varsa onlara adar adeta ruhunu (ki aslında adadığı sadece bedenidir) Yine tasavvufi bir tabir olan süfli yani cisimleşmiş olanın cazibesi ulvi olanı gölgeler (Ah Jung yine çıktın karşımıza…)
“*Bastırma bir fikir tecrübe veya duygu'nun bilinç dışına itilmesi ve bilince çıkmasının engellenmesidir. Yadsıma ise benlik için tehlikeli olarak algılanan ve bunaltı doğurabilecek bir gerçeği yok saymaktır.”* demiş “Sufi Psikolojisi” kitabında Kemal Sayar.
O halde unutmayı bilerek ve isteyerek veya reddetmeyi tek gerçekmiş gibi savunan kişi için Emmare katında kalmak tek geçer çaredir diyebiliriz. Fakat bu dairede uzun süreler vakit geçirmek daha sonrası için aynı insanın pekte insan kalamayacağını, giderek yalnızlaşarak içine kapanacağını veya varoluşun kriz versiyonlarında yok olup gideceğini söyleyebiliriz. Hazza, dolayısıyla dünyaya aşırı tutkun olmak bir gün sona erecek ömrümüzü boşa harcadığımız gibi bir gerçekle karşı karşıya bırakabilir.
Burada Kierkegaard’a bir göz kirpalım ne dersiniz?
“*Tanrı beni yaratarak neyi kastetmiş olablir ki..”*
Peki Nefsin en süfli bölgesi olan Emmare’den nasıl kurtuluruz? Aslına bakarsanız ikinci bir şans beklentisi içinde olmamıza gerek yok ya da Antik Yunan’ın yukarıdan bir müdahalesi olan Deux ex machina'sına…
Bunun için teolojik bir af süreci olan “Tevbe” veya günümüz tabiriyle farkındalıklı bir kabul terapisine ihtiyacımız var o kadar. Kişi içinde bulunduğu ufku dar bakış açısından ve sınırlı mekansal uzamından ilk önce farkındalık tefekkürü yaparak yanlış onayladığı dünya anlayışını yeniden düzenler. Sonrasında üzerine düşündüğü ve yeni kararlarını kabul ederek kararlılığını sürdürür. Sürecin istikrarlı olması bireyin bunu ne kadar istediğiyle doğru orantılıdır. Şayet yaşadığı halin yanlış, tutarsız ve beyhude olduğunu, algıladığı dünya tasavvurunun eksik, yanlı ve endişe verici olduğunu ne kadar çok hissederse ikinci kata yani Nefs-i Levvame’ye geçişi de o kadar çabuk ve kolay olacaktır.
Bildiğiniz gibi fiziksel eforun zorlayıcı olması vücudumuzu, öğrenilen bilginin çeşitli ve katmanlı olması zihnimizin daha iyi gelişmesini sağlar. Nefs katları arasındaki geçişlerde hayatla aranızda ne kadar zor koşullar olduğuna bağlıdır. Eğer yaşadığınız hayat size keyif vermeye devam ediyorsa geçiş süreci yavaş ve daha zor olacaktır. Tabi bunu söylerken yaptığınız, yaşadığınız hayattan keyif almayın demiyorum. Ama her daim zevk almak bana hayatın gerçekliğini maskeliyor gibi geliyor nedense. Bunu keyif verici madde kullanmak gibi düşünebiliriz. İlk başta hayalde yarattılan dünya müthiş bir keyif verirken aynı maddenin sonraki kullanımları alınan haz toleransını düşürüp insanı daha bitkin ve anlamsız bir hale sokabilir. Acı deneyimler sanki bu dünyadan gitmeden önce yerimiz belli olsun diye çektiğimiz sınır kazıklarına benzer. Yani ben burdaydım, yaşadım demenin başka bir şeklidir.
Gelelim nefs aleminin ikinci katı olan Levvame’ye farkında olan ama kınamaktan da geri duramayan düşük çeneli, bol safsatalı ve bildiğini zanneden bilgiç, gösteriş budalası ukalaya…
Böyle söyleyince bu evrenin Emmare kadar kötü olduğunu düşünmenizi istemem. Zira Levvame, artık bir şeyleri anlamaya, onu sorgulamaya başladığımız anlamına gelir. Zaten Büyük Eleştirmenler, yargılayıcı Sofist ve sınırlı bilgisiyle her şeyi bildiğini iddia eden kendini bilmez aymazlar başka türlü nasıl ortaya çıkar sanıyorsunuz?
Konuyla alakası var diye söylüyorum. Laf aramızda “Mensplannig” yapan erkeklerin çoğu Levvame katında takılı kalmış kişilerdir. Levvame doğru yapan değil daha çok doğruyu söylediğine kendini inandırmış kişinin alanıdır. Lâkin yapmak ve söylemek arasında farklar olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
“*Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün* “
Belkide Kurt Cobain’in şarkısında dediği gibi söylersek daha etkili olabilir;
“Come as you are, as you were*”*
Neyse konu uzun mevzu derin olduğu için konumuza devam edelim. Zira nefs katları yedi tane bölümden oluşan ve her biri için anlamlı uzun tefekkürler deryası gereken konular olması sebebiyle katların ikinci evresi olan Levvame’yi daha yakından tanıyalım isterim.
Emmare biraz önce anlattıklarım ile yatay düzlemde seyrine devam ederken, Levvame için artık bu çizgi dikey konuma geçer. Yani Freud'un da bahsettiği “ *Süper Ego”* devreye girmiş olur. Süper Ego, özellikle kültürel ve toplumsal olanı yanlayan, mekanizmaya en uyumlu insan olması için baskıda bulunan yani tersi olan ayrıksılığı telkin eden İd’den farklı çalışan bir nevi üst insan görevi görür.
“Öyle şey mi olur, Hiç bu yapılır mı, Elâlem ne der?, Bizim zamanımızda böyle miydi?, Ayıp ayıp yuh artık “ diyerek insanı toplumla ve çevresiyle uyumlu hale getirmeye çalışır. Zaten Levvame’nin kendini kınayan nefis olması da biraz Süper Egonun bilinçdışı yasaklama ve men etme isteğinden gelir. Yasaya, kanunlara, inanca, kültürel bağlara ve içinde yaşadığı çevreye uyumsuz kişi derhal dışlanarak toplumdan tecrit edilir. Aynı şeyi kişi Levvame katında azıcık kendine ama çoğunlukla ötekine yansıtarak sözde doğruculuğunu ispatlama işine girişir.
Buna rağmen Levvame katına geçen kişi kendinin bile farkında olmadığı Emmare dönemine göre daha üst bir bakış açısı kazanır. Sadece bunu yaparken bazen narsisist ifadeler veya tavırlar takınabilir. Levvame kişiye eski gaflet uykusundan uyanmak ve bir daha oraya dönmemek için bir vazgeçiş alanı yaratır.
Fakat şunu da söylemeliyim ki, Levvame katı yerlerin yeni silindiği ve “Dikkat Kaygan Zemindir” levhasının dikildiği halde gözden kaçırılması yüzünden aynı zemine basıp gerisin geri Emmare’ye düşülecek bir yerdir. Bu bakımdan Levvame nefs katlarının arasında en az vakit geçirilmesi gereken bölümdür. Yeterli farkındalık sağlanır sağlanmaz hemen bir sonraki evreye yani Nefs-i Mülhime katına geçmek gerekir.
Tasavvuf da özellikle Celaleddin Rumi’nin yazdığı Mesnevî de iki kanatlı bir kuşa benzettiği insan metaforunda kanatların biri Havf diğeri Reca diye isimlendirilir. Biri yoksa diğeri o kuşun uçamaması anlamına gelir. Havf korkuyu, Reca ise Umudu temsil eder. Korkudan kasıt yüce olanın yani Allah'ın gazabından sakınmak anlamına geldiğini, umudun yaşam boyunca başımıza gelen ya da gelme ihtimali yüksek olan olumsuz durumların “Bu da geçer ya hu “ diyerek olumlanması demek olduğunu söylemek isterim.
Ve üçüncü Nefs mertebesi olan Mülhime’ye sıra geldi nihayet… Feyz veren ilham getiren gibi anlamlara gelen Mülhim, daha önceki bilişleri reddetmeden en doğru olana yönelmekle elde edilebilir. Neticede doğduğumuz andan itibaren hatta doğmadan hemen öncesini de buna eklersek, hayat boyu bir öğrenme süreci ile karşı karşıya kaldığımız aşikardır. Daha önce bilindik ve benimize karışarak bizi biz yapan pek çok doğru olduğu kadar pek çok da yanlış enformasyon yüzünden kafamız karışabilir. İşte Mülhime katı bize yanlıştan arınıp salt doğru olanı ilham ederek seçimlerimizin sağlamasını yapmamıza olanak sağlar. Bu mertebede kişi daha öncede bahsi geçen savunma mekanizmalarına bastırma, yadsıma, yansıtma, ketleme gibi… daha az önem atfederek bunları çözümlemeye başlar. Başka bir ifade ile zamanında sorun olan sorunların neden sorun olduğunun açıklaması gerçekleşmiş olur.
Kişi olumsuzu bastırmak yerine asıl nedenini bulmaya daha yakındır. Veya inkar psikolojisi yerini olanak dairesine bırakarak reddiyeci tutumun daha müşfik ve olasılık halini görmeyi kolaylaştırır. Analitik Psikoloji açısından söylemek gerekirse; İd ve Süper Ego arasında sıkışıp kalan Ego rahatlayarak kendini hayatın olağan akışına bırakır. Bu son söylediğimi egonun atalete kapılması olarak düşünmenizi istemem. Zira Ben dediğimiz egonun görevi benliğin huzur bulmasını sağlamaktır. Akışın içindeki benlik kendini bularak doğaya en uygun haliyle yaşamını sürdürür.
Sıradaki nefs mertebesi Nefs-i Mutmainne. Mutmain olma hali tam teşekküllü razı olarak tatminlik hissi ile doğrudan ilintilidir. Zaten kelime anlamı da müsterih, içi rahat, şüphesi kalmayarak emin olmak anlamlarına gelir. Bu evreye gelen kişi dünyadaki varlığıyla tamlık uyumunu yakalamış olur. Ben kelimesinin iyelik hali olan “Benim” yani sahiplik belirten zamirinin hem anlamı hemde yükümlülüğünün kalktığı anlamına gelir. Dünyada varolan savaşların, anlaşmazlıkların, çözümü olmayan sorunların belki de yüzde doksanından fazlası hep bu sahip olma güdüsü yüzünden oluşur. Bir şeylere sahip olmak için sabahtan akşama kadar didinir, didişir ve dövüşürüz. Mutmain olmuş insan dünyanın bu zorbalık yaparak edinilmeye çalışılan mal mülk edinme hırsını yok ederek yine aynı dünyayı daha saf, müteşekkir ve şükran duygularıyla yeniden deneyimler. Tamahkâr olmak, kıtlık bilinci içinde yaşayarak sürekli istif yapmak, yalnızlaşmak anlamlarına gelir. Aşırı hırsın, açgözlülüğün üstün sayıldığı bir benlik sürekli tetikte olacağı için şüphe deryası içinde kimlik kontrolünü de kaybedebilir.
Bu kadar hırs ve ihtiras ne için? Soren Kierkegaard’a kulak verecek olursak “*bir ölüyü defnettikten hemen sonra evimize dönerken, içimizden “daha önümüzde uzun yıllar var” diye geçiririz. Yedi çarpı on ne kadar uzun olabilir ki? “*
Bana soracak olursanız; adeta yeniden doğuyormuş gibi her sene kutlanan doğum günleri bence mutlu değil de matem içinde geçmeli 20, 30, 50 , 70 hatta 100 yaşına girsen ne olur? Sayıların bu denli az olması düşündürmüyor mu sizide? Ömrünün geriye kalan zamanı için sevinen başka bir canlı var mıdır acaba? Bence dünyanın güneş etrafında döndüğü zamanı değil de, kendi etrafında döndüğü zamanları yaş günü olarak kutlamalıyız. Neden mi? Çünkü her yeni gün yeni bir doğumu müjdeler. Ama geçen her yılla kayıplar katlanarak çoğalır.
İşte bu yitirme, yitip ortadan kaybolma korkusu sürekli bir şeyleri biriktirme, istifleme hissi yaratır. Nefs-i Mutmainne evresiyle insan, sahip olan değil daha çok şahit olan kişi konumuna gelir. Deneyim dediğimiz şey kısacık anlardan oluşan insan ömrü için sadece bir şeyleri satın alarak, sürekli gezip dolaşarak, yoğun bir şekilde sırf bu dünya metaları için çalışarak edinilecek bir şey değildir. Deneyim şimdinin kıymetini bilerek erdemli ve ahlaklı bir hayat yaşamak ve her anı sadece olmaya adayarak elde edilir.
Dedikten sonra Geldik 5. mertebeye yani Nefs-i Raziyye’ye ...
İsminden de anlaşılacağı üzere bu kat, Razı olan, verilen, verilmiş ya da hiçbir zaman sahip olunamayacak şeyler için bile şükreden kişi haline gelmek demektir. Bu aşamada vermek ve almak artık iki farklı kutupta bulunan eylemler değil de eşit bir şekilde hayat döngüsünün içinde kendiliğinden varolan özelliklerdir. Bildiğiniz gibi küresel ve kapitalist dünya düzeni daha çok alma üzerine kurgulanmıştır. Almanın vermekten daha önemli olduğu vurgusu maalesef yanlış anlaşılan bireysellik kavramı içinde sadece daha bencil ve hodbin insanları artırmakla kalmıyor aynı zamanda insanın ontolojik olarak sabit kalmasına da sebep oluyor. Günümüzde Enaniyetin yani bencilliğin kutsandığı bireysellik yüzünden hem kendi türüne hemde dışındaki düzene savaş açan insanlık, böyle devam etmeyi sürdürdüğü ve farkındalığını kazanamadığı sürece ne mülhimeye yani ilham alan, ne mutmain yani kendinden emin, ne raziyye yani dünyadaki varlığından razı olan kişiler arasında sayılabilecektir.
Yaratılmış her şeyden razı olunan bölgeden ayrılıp ve kendine rıza gösterilen makama geldi sıra 6. sıradaki makam olan Nefs-i Marziyye katına…
Marziyye, kendinden ve yaptıklarından dolayı razı olunan kişi anlamına gelir. Bir önceki nefs katında her şeyden razı olan kişiden yaratıcı da hoşnut kalmış ve ona gayret hakkı tanınarak kendinden razı olunmuştur. Bu şu anlama gelir. Bu saatten sonra yapacağınız şeyler, söyleyeceğiniz sözler atacağınız adımlar hak ve hakikat ölçüsünde olduğu sürece her daim ödüllendirileceksiniz demektir. Bu ödül maddi de olabilir manevi de… Fakat kişi zaten verilen her şeyden hoşnut olacağı için bu ödülün maddi veya manevi olmasına bakmaz. O sadece kendinden hoşnut olunmasıyla yeterli ödüle ulaşmış demektir.
Ve geldik son kat olan Nefs-i Kamile’ye… Başlangıçlar sonlar, yitip gidenler, doğup gelenler, üzüntüler sevinçler… kısaca Kamile katına gelen kişi insanı Kamil olma yolunda son aşamada her şeyin içinde kaybolur. Bu durum Budist inanışında bir nevi Nirvana'ya ulaşmak anlamına gelir.
Daha henüz konunun başlarında Nirvana’ dan bir şarkı sözü paylaşmıştım. Şimdide onun Türkçesini söyleyerek Nefs-i Kamile’ye ne kadar uyduğunu görün.
“Olduğun gibi gel, olmanı istediğim gibi… “ Kamil mertebesindeki kişi tıpkı bu şarkı sözünde söylendiği gibi Olması istenen insanın tarifi değil mi sizcede?
Düalist dünya anlayışından kurtulan, tüm zorunlu şartlandırmalardan azade olan, dahası kendini tam anlamıyla gerçekleştirmiş olan kişi hem kafasının içindeki sesleri hemde dışında kalan süfli her şeyi ardında bırakmıştır. Bilinmezlik bilinir olduğunda gözle görmeye gerek yoktur artık…
Mustafa Merter 900 katlı insan kitabında insanın milattan önce kim olduğunu sorar ve ekler bunun hiç dikkate alınmamasının ve bu kör bakış açısının çok basit bir nedeni vardır. Bilmezini çözmeye çalışan insanın kullandığı enstrüman yine kendi alt kişilikleri yani benliğinin kısıtlı görüşü bir başka deyişle kendi nefsidir. " diyerek nefs katlarının aslında çözümlenmesi gereken birer alter egolarımız olduğunu da belirtmiş olur.
Seyri sülük yolunda yani insanın manevi gelişimi aşamasında kişinin en büyük düşmanı kendi nefsidir. Pek çok din ve öğreti nefsin yok edilmesinden ziyade onun terbiye edilmesini öğütler.
İnsanın hem manevi bütünselliğini hemde toplumsal olarak bir aradalığını sağlamak gibi önemli bir görevi olan din anlayışının insanlık kadar eski bir bağlanma ve irtibatta kalma inanışı olduğunu söyleyebiliriz. Bu hususta insanların hangi dine inanmasının yanında müşterek olarak kendine ve diğer insanlara nasıl baktığı, insanlığa duyduğu inancın ne kadar ve nasıl olduğu da önemlidir.
İnsanlığın en eski dini inanışının Animizm olduğu söylenir. Kısaca Tabiata ve varolan her şeyde bir ruh olduğuna inanan ilk insanlar daha çocuksu ve saf bir belleğe sahip olduğu için her şeyin içinde olan ruhların kutsal sayıldığını şiar edinmiştir. Fakat dini oluşturan kuvvetin Korku ve Ümit olduğu yönündeki düşünce Animizmin ilkel ve ilk din olabileceği yönünde kuşkulu bir tavır takınmıştır. Yinede seyri sülük kavramını bir kendini sagaltma davranışı olarak kabul edersek iyi ve kötü ruhların varlığına inanan animistik bakışta da nefsin her daim doğru yöne evrilmesi için bir mücadele görürüz.
Yine Konfüçyüscülük ekolünde de Seyri Sülük gibi bir “doğru yol” prensip ilkesini görürüz. Ahlaklı ve erdemli olmayı öğütleyen Konfüçyüs de, “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi bir başkasına yapma” diyerek karmik düzenin insanların birbirine ve doğaya saygı duyması ile mümkün olabileceğini dile getirmiştir.
Bu konuyu araştırırken dikkatimi çeken başka bir hususta; Nefs katları diye anlattığım her bir aşamanın, insanın kendisiyle olan uzlaşısı olduğunu görmek oldu. Emmare ile en sefih hayatı deneyimleyip, Levvame ile bunun ne kadar yanlış olduğunu kendimize itiraf edip, Mülhime katında kendi dışımızdaki dünya ile irtibata geçeriz. Daha sonrasında tatminlik hissi yani tam olma hali yaşayarak Mutmain oluruz. Sonrasında kozmik ve karmik düzenden ve haliyle aynı evrenin içinde yaşamaktan dolayı teslimiyetimiz artar ve her şeyden razı bir güven duygusu yaşarız. Verilene razı olmak üst benin de bizleri daha hoşgörülü görmesine sebep olur. Böylece Budist inanışa benzer bir tamlık yaşayarak Nirvana'ya yani İnsanı Kamil'e ulaşmış oluruz. Fakat burada tam olmak değilde bütünleşme desek daha doğru olur sanırım. Sonuçta sonsuzluk yani bekâ olanın içinde yok olmak bir bütün olma haline daha yakın gibi görünüyor. Lâkin bu durumda sizlerde benim gibi biraz panteist kokular alabilirsiniz. Neticede yaratan ile bütün olma onun bir parçası olma durumu demek olabileceği için ve Semavi dinlerdeki Allah inancının tek ve hiçbir şeyin içine giremeyeceği anlayışını desteklediği için bir paradoks yaratmış oluruz.
Gelelim bu manevi yolculuk dahilinde uğradığımız ve kendimizi dönüştürerek bir üst kata çıktığımız Nefs mertebelerinin zaman kavramıyla ilişkisine… Dikkat ettiyseniz şimdiye kadar daha çok mekan ilişkisini çözmeye çalışan insanın tekamül yani ruhsal olarak kendini gerçekleştirme sürecine şahit olduk. Bölümün bundan sonraki kısmı aynı insanın yine aynı aşamaları geçerken nasıl bir zaman boyutunda olduğunu irdelemek olsun, ne dersiniz?
Ölüm sonrasını henüz bilmeyen insan için zaman tek yönde akan bir ırmak misali geleceğe doğru gider. En azından bildiğimiz zaman anlayışı bunu gerektirir. Fakat düşünen bir canlı olan insan zihinsel olarak burada olabildiği gibi orada da olma özelliği olan bir canlıdır. Yani düşüncelerimiz geçmiş ve gelecek zaman kiplerini yaratarak vakti saati önceleyip sonralayabilir. Bu bakımdan henüz olmamış olayları veya geçmiş gitmiş bir zamanı zihinsel de olsa yaratabiliriz.
Zaman konusuna geçmeden önce kısaca bir kaç farklı Psikolojik gelişim evresi kuramına bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Başta Sigmund Freud’un psikoseksüel ve Psikanalitik gelişim kuramlarını bularak insanı bu evrelerle tanımlamayı seçtiğini biliyoruz. Freud, özelikle insanın psikoseksüel gelişim evrelerini beş ana başlık altında toplayarak gelişimin bu yönde olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Bunu yaparken de bireyin içinde bulunduğu zamanı yani yaşını da göz önünde bulundurmayı ihmal etmemiştir. Freud'a göre; doğumdan iki yaşına kadar Oral dönem, dört yaşa kadar anal dönem, altı yaşa kadar fallik dönem, on iki yaşına kadar laten yani gizil dönem ve yirmi iki yaşına kadar da (ergenlik) dönemi olarak belirlenmiştir. Yani Sigmund Freud ‘a göre bireyin 22 yaşından sonra her hangi bir gelişim göstermesi mümkün değildir. Oysa Eric Ericsson, bu gelişimin 20’li yaşlarla sınırlı kalamayacağını ve sadece seksüel anlamda olamayacağını söyleyerek adına psikososyal gelişim dediği farklı bir gelişim envanteri oluşturmuştur.
Erikson’a göre insanın gelişimi şu sırayı takip eder. Doğumdan itibaren güven, güvensizlik, ilk üç yaş özerklik arayışı ve utanç, beş yaşa kadar girişimcilik ve suçluluk, on iki yaşa kadar yetersizlik ama gelişime açıklık, on sekize kadar kimlik arayışı ve rol karmaşası, yirmi beş yaşa kadar kendini tanıma, dostluk ve yalnızlık isteği, 60 yaşına kadar diğergamlık ve bencilik ihtiyacı sonrası için ise ya Kemal'e erme ya da çaresizlik olarak belirlenmiştir. Tabi kişisel ve kültürel farklılıklar göz önünde bulundurularak bu envanterin dikkate alınabileceğini de belirtmek gerekir.
İnsanın gelişimi kabaca dört ana yolun takibi anlamına gelir. Yani doğar, büyür, yaşar ve ölür. Fakat tasavvuftaki ismiyle söyleyecek olursak; “insan, İbnü'l vakittir “ Yani zamanın çocuğudur. Tüm bu gelişimler devam ederken zamanda akmaya devam eder. İşte Nefs-in terkibi, bu zamanların arasından küçük anları değiştirerek kendini en halis şekilde ölüme, ölüm anına ve sonrasına alıştırma girişimidir.
İnsan aklı muğlak olandan nefret eder. Buğulu ve sisli bir hava nasıl ki yolun görünmesini engeller, insan da bu görünmezi bilmediği halde daha anlamlı hale getirmeye çabalar.
Zaman dediğimiz olgu kocaman bir şimdidir. Geçmiş ve gelecek gerçekte yakın şimdi, yakın gelecek diye de adlandırılabilir. Uzak bir geçmişten veya gelecekten çok, yakın bir şimdi anlayışı bizleri şimdiki zamana daha yakın hissettirir.
Bu his, yine tasavvuf bilgisi içinde “Yakin” olma deneyimini de barındırır. İlmel, Aynel ve Hakkel yakin olma durumları zamanın şimdide kalma sözüne riayet etme ile mümkündür. Yarına ertelenen bir bilgi veya dünden kalmış bir aynilik insanı değiştirmez. Dolayısıyla Epiktetos gibi “Madem bunları değiştirmeyi istiyorsun, o halde neden şimdiden başlamıyorsun? “ diye sormak gerekir.
İşte Nefs-i arzuları da şimdiden başlayarak dizginleyebiliriz. Bu, dünde kalan ve devam etmesini istemediğimiz süfli emmare merhalesinde de bu böyledir, son mertebe olan Kâmil evresinde de…
İnsan şimdiki zamanın çocuğudur. Ve an içinde anlar yaratabilme gücüne sahiptir. Başka bir deyişle, her bir nefs aşaması seyri sülük dahilinde yeni bir insanın yeniden doğduğu anlamına da gelir.
Celaleddin Rumi'nin söylediği gibi;
“ *Yarın öbür gün diye diye, şu yan kesici nefis ömürleri aşırır durur. Bütün ömrün bugündür başka gün değil. “* diyerek bu bölümü de bitirmek gerektiğini düşünüyorum.
Kendini bilen nefsini bilir, nefsini bilen ise nereden gelip nereye gittiğini…
Şayet değerli zamanınızı çaldığımı düşünürseniz affola.
Sağlıcakla kalın /içaforiz 🤗
Kaynak: Merter Mustafa/Dokuz Yüz Katlı İnsan-Nefs Psikolojisi
Mevlana/Mesnevi
Sayar Kemal/Sufi Psikoloji
Kierkegaard Soren/Ya Ya da
Kommentare