top of page

#Performans Sanatı Ve Dışavurumcu Özbenlik

  • Yazarın fotoğrafı: Öykü Yavuz
    Öykü Yavuz
  • 9 May
  • 5 dakikada okunur

“Performans Sanatı Ve Dışavurumcu Özbenlik”


Aranızda bu başlığı çok mu aradın birader? diyenler olabilir. Aslına bakarsanız çokta aramadım. Zira sanatın performe edilişinde doğrudan insanın kullanıldığı yapıtlar olduğu için bir anda aklıma geldi diyebilirim.


Bölüme geçmeden önce kanalda yayınladığım içerikleri sevdiyseniz abone olmanızı, beğenerek yorum bırakmanızı ve destek amaçlı bana bir kahve ısmarlamanızı hatırlatmak isterim.


Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra bölüm konusuna geçebiliriz.


Performans sanatı denildiğinde ilk aklıma gelen 20.yy’lın hem varoluşsal, hem toplumsal hemde ruhsal olarak bireyin kendine, içinde yaşadığı çağa ve çevreye yabancılaşmasını en iyi anlatanlardan biri olan Kafka geliyor aklıma ve tabi bölümle ilgili öyküsü “Açlık Sanatçısı’na”.


Kafka, içinde bulunduğu pesimist kişilik yapısı ve yaşadığı dönemin karanlık atmosferiyle, kendini bir türlü ait hissedemediği bir çağın öksüz ve yetim kalmış çocuğu gibi yazar hikayelerini. Onun yazdıklarını her okuduğumda, yanlış zamanda ve yanlış yerde bulunmanın yarattığı hazin bir hayat öyküsünü okuyormuşum gibi hissederim. Açlık Sanatçısı da böyle bir öyküdür benim için. Kafka, yalnızca para kazanmak için değil; tıpkı Oğuz Atay gibi, “Ben buradayım, sen neredesin?” diyerek, kendi vücuduyla sanatını performe eder gibidir bu öyküsünde.


Sanatçımız bile isteye 40 gün oruç tutarak aç kalabileceği iddiası ile icra eder sanatını. Bir kafesin içinde hergün değişen gün tabelası eşliğinde onu ilgiyle izleyen seyirciye bir şeyleri ispatlamak ister gibidir. Bu isteğin sanat mı yoksa kendini gösterme, ya da var olduğunu ispatlama işimi olduğu okuyucusuna kalmıştır elbette. Lâkin sanatın kendisi ona bakan gözler olmazsa yinede sanat mıdır? diye sorarak biter öykümüz. Zira artık gözlerden uzak bir aşamaya gelen sanatçımız, performansına devam etse de kimse bunu bilmez. Hatta kafesin üzerindeki gün sayacı hiç değişmediği için sanatçının kaç gün aç kaldığı bile belli değildir. Nihayetinde Açlık Sanatçısı hiç kimsenin umurunda olmadan yok olur gider. Yerine gelen ise parlak sarı tüyleri ile dikkatleri üzerine çeken vahşi bir kaplandır. Açlık şekil değiştirmistir ve bir kaplandır artık yeni performans objesi…


Aklıma gelen ikinci örnek, Amerikalı yazar Don Delillo’nun “Beden Sanatçısı” romanıdır.


Konunun burasında şöyle şeyler geliyor aklıma. Dışarıya gösterdiğimiz her mimik ve jestin, üstelik her hangi bir sanatsal ifade taşımadığı her davranışın performans sanatıyla bir ilgisi olabilir mi? Yani gerek personalarımız gerekse saklayamadığımız gerçek benin ötekine sergilediği tutum, tavır, davranış sanatsal bir nitelik taşıya bilir mi?


Eğer öyleyse tamda bu noktada “performans” kelimesi, yalnızca sanatla sınırlı olmaktan çıkarak, bir varoluş biçimine dönüşecektir. Tıpkı Kafka’nın Açlık Sanatçısı öyküsündeki gibi, sanatçı seyircinin ilgisine ihtiyaç duyar; ama bu ilgiden bağımsız olarakta becerisini sergilemeye devam eder.


Peki bizler de öyle miyiz? Kalabalıklara karşı kendi gösterisini yapan bir sanatçı ya da bir oyuncu gibi? Bizlerde görünmek, duyulmak, hissedilmek için mi sergiliyoruz doğal olan zannederek yaptığımız şeyleri?


Göz göze geldiğimiz her insan, sesini duyduğumuz ve tepki gösterdiğimiz sesler, dokunduğumuz her obje, kokusuyla anlar arasında yolculuk yapabildiğimiz her koku sahnede olduğumuzun kanıtı değil mi sizce de? O kadar öznel, o kadar tekil bir deneyim ki; bunun bir show olduğunun bile farkında olmadığımız.


Beden Sanatçısı denildiğinde akla ilk gelen isim dünyaca ünlü Maria Abramoviç’tir.


Durun merak etmeyin! Unutmuş değilim. Don Delillo'nun romanına geri döneceğim. Ama önce biraz daha irdelemek isterim günlük hayatın performans sanatı halini…


Sırp asıllı performans Sanatçısı olan Maria Abramoviç’in bizlere bu konuda yardımı dokunabilir diye düşünüyorum. Zira 1974 yılında yaptığı Ritm-0 performansı oldukça etkili bir insanı deneyimin göstergesi olablir. Sanatçımız bu gösteride çıplak ve savunmasız bir kadın bedenine dikkat çekerek, önündeki masaya 70’den fazla birbirinden farklı neseneleri dizerek onu seyreden izleyicilerin tepkisini ölçmeye çalışmış. Bu nesenelerin içinde delici, kesici, yaralayıcı eşyaların yanı sıra yumuşak, pürüzsüz ve can yakmayan nesnelerde olduğunu söylemek isterim. Merak edenler bu performansı YouTube üzerinden izleyebilir. Tepkisizliğin ve zayıflığın karşında insan evladının nasıl davrandığını gördüğünüzde sanatçının performansından çok kendi doğanızı sorgulayacağınıza eminim. Yine aynı sanatçının 2010 yılında yaptığı sessiz bir şekilde Abramoviçl’e izleyicilerin sırayla göz teması kurduğu çalışması da oldukça iddialıdır. Göz göze gelindiğinde kimbilir neler anlatıp neler duyuyoruz kafamızın içinde?


700 saatten fazla süren ve aynı zamanda deneysel bir varoluş sorgulaması olan bu performans, bir yandan bakma ve görme arasındaki ayrımı, diğer yandan izleyici olarak pasif bir katılımcı olan seyirciyi kendi dünyasında aktif bir sanatçı haline getirmiş gibi gözüküyor.


Don Delillo da 2001 yılında yazdığı Beden Sanatçısı ismini verdiği novellada yine bir performans sanatçısı olan Lauren Hartke karakteri üzerinden yas ve taravma ilişkisini anlatır. Lauren ve kocası Rey bir sahil kasabasında yaşamaktadır. Fakat bir gün Rey ilk karsının evinde intihar eder. Hikayemiz bu olaydan sonra Lauren’in bu intiharı kabullenme süreçlerine odaklanır. Bunu yaparken de hem izole ama saydam bir yer, gerçekte olmayan ama sürreal bir yabancı, hemde böyle bir yas döneminde yaşanabilecek inkar, öfke ve kabullenişin performansını yansıtır. Böylece yine bu kitap sayesinde görürüz ki, yaşanan acılar, sonrasında girilen depresif veya travmatik yas dönemleri gibi özelikle ruhsal açıdan darlanmalar dahi bir performans sanatına dönüşebilir.


Başka bir gösteri sanatı olan ve yine kişinin kendini performe ettiği Stand up gösterileri de konumuza dahil edilebilir. Bildiğiniz gibi Stand up çoğunlukla bir kişinin sahne üstünden gerek tespit ettiği gerçekleri veya kendi başından geçen komik günceleri, şimdiki zamana uydurarak komik bir şekilde seyirciye anlatma işidir. Bu gösteriler sanatın komik tarafını yine tıpkı bir beden sanatçısı gibi kendi uzerinden aktarmayla gerçekleşir.


İsrail'li yazar David Grossman bu komik gösteriyi tek kişilik bir travmatik geçmiş deneyimin dışa vurumu olarak anlatır “Bir At Bara Girmiş “ Kitabında.


Hikayenin ana karakteri Dovaleh Greenstein, 50’li yaşlarında bir stand-up sanatçısıdır. Bir gece, performansını sergilemek üzere bir barda sahne alır. İnsanlar, biraz gülmek ve eğlenmek için geldikleri bu gösteride başlarda keyif alsalarda; saatler ilerledikçe Dovaleh’in sahnesi bir stand-up gösterisinden uzaklaşarak, kişisel bir günah çıkarma ayinine dönüşür.


Heraklitos'un “ Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın” sözü ile konuya devam edecek olursak; Bir performans sanatçısı hatta bir tiyatro oyuncusu aynı gösteriyi, aynı rolü oynasa da hiçbir zaman bir öncekinin aynısı olmaz. Çünkü tam anlamıyla içine girilen her duygu kendi katarsisini yaratır. Yaşanan her duygu dalgalanması başka bir benin alanına bir müdahale anlamı taşır. Tolstoy gibi düşünürsek; mutluluk eş değer duygular yaratırken, mutsuzluk ve acı deneyimi bireysel farklılıklara gebedir. Ve diyeniiriz ki, bireysel olanın sergilediği her performansta yine her seferinde başka bir biçime ve dışa vurumu sebep olacaktır. Bu konuyu sadece psikoloji biliminden yararlanarak anlatmak istemem. Zira büyük çoğunluğu varoluş felsefini ilgilendiren bir konudur. Kendini yeniden varedebilmenin, mevcut hayata yeniden, bile isteye bütünsel olarak katılabilmenin ve bunu hissedilen duygular eşliğinde bütüncül olarak ifade edebilmenin konusudur.


Yine Amerikalı yazar Robert Silverberg’in yazdığı İçeriden Ölmek kitabı da konumuzla ilintili örneklerin olduğu ama bu kez performans sanatının kişinin zihninde yaratıldığı başka bir örnek olarak verilebilir.


Robert Silverberg’in kahramanı David Selig’in bir telepat olması, romanı ilk bakışta bilimkurgu rafına koyduruyor belki, ancak satır aralarında çok daha insani ve felsefi bir zemine oturuyor hikâye: Yalnızlık, yabancılaşma, anlam arayışı ve zamanın kaçınılmaz yıpratıcılığı.

David’in yeteneği, başkalarının zihnini okuyabilmesi. Ancak bu olağanüstü güç, ne bir kahramanlık göstergesine ne de insanlık yararına bir çabaya dönüşüyor. Aksine, bu yetenek onun için bir kaçış alanı. Tüm dünyayı, dış gerçekliği, insanları ve hatta kendini bile zihinsel bir gösteriye çeviriyor. Bir sahne var; ama bu sahne gözle görünmüyor. Selig’in performansı içsel bir sahnede, yalnızca onun bildiği bir düzlemde icra ediliyor.

Bu bağlamda düşündüğümüzde, David Selig’in hikâyesi bir tür içsel performans sanatına dönüşüyor. O, yeteneğini bir ifade biçimi olarak değil; yargılamak, mesafe koymak ve kendini bu dünyadan soyutlamak için kullanıyor. İnsanları anlamak için değil, onlardan korunmak için okuyor. Sahnedeki seyircisi yok. Ama o her gün performansına devam ediyor.

Tıpkı gündelik hayatta bizlerin de yaptığı gibi… Belki de her birimiz, kendi içimizde, kimsenin fark etmediği kişisel performanslar sergiliyoruz. Bazen duygularımızı bastırarak, bazen düşüncelerimizi saklayarak, bazen de sadece uyum sağlamak için bir maskeye bürünerek…

Romanın sonunda David’in yeteneği elinden alınıyor. Artık düşünceleri okuyamıyor. İnsanlarla yüzleşmek, onları yalnızca dıştan deneyimlemek zorunda kalıyor. İşte bu andan itibaren onun performansı değişiyor: İçeriden dışarıya değil, dışarıdan içeriye akan bir yaşantı başlıyor. Belki de asıl performans tam o anda başlıyordur ne dersiniz? Çünkü gerçek insan, tüm maskeleri düştüğünde, neyi oynayamadığını gördüğünde belli olmaz mı?


Bu konuya dair anlatıcak şeyler kolay kolay bitmez biliyorum. Ama bir yerde de tıpkı bölümde anlattığım her performans sanatçının icra ettiği gösterilerin bir bitişi olduğu gibi bu bölümünde bir sonu olmalı öyle değil mi?


Bu bölümle ilgili aklınıza gelen tespitleriniz, ya da ilintili olduğunu düşündüğünüz örnekleriniz varsa, Yorum yaparak benimle paylaşın lütfen.


Başka bir Akıl Fikir Gezegeni bölümünde görüşünceye kadar, Sağlıcakla kalın🤗

Kommentare


bottom of page