Olumsuz Döngüleri Kırmak
- Öykü Yavuz
- 3 Tem
- 3 dakikada okunur

Hükmetme ve hükmedilme davranışını kanıksamış toplumlarda, itaat eden insanların başka ortamlarda—örneğin aile ya da arkadaş çevresinde—bu kez hükmeden rolüne bürünmesi kaçınılmazdır. “İtaat etmeyi bilen, hükmetmeyi de bilir” derler. Garip ama bu savın doğruluk payı yüksektir; bu sav bir nevi "usta-çırak" ilişkisinebenzetilebilir. Çırak uslu durur, gözlemler, tekrar eder ve zamanla kendi çırağına ustalık yapabilecek kıvama gelir.
Aslına bakarsanız bebek, henüz doğmadan adına imzalanan bir sözleşmenin içinde bulur kendini: Topluma koşulsuz uyum.
Ailede ve eğitim sisteminde sıkça tekrar edilen “itaat et, rahat et” düsturuyla bu sözleşmenin ilgili ve sabit maddeleri bilinçaltına usulca işlenir. Bu maddelere karşı çıkma özgürlüğümüz elbette vardır ama bu kez de “toplum dışı” kalma korkumuzla yüzleşmek zorunda kalırız. Böylece bir yanda boyun eğdiğimiz sistemin baskısı, öte yanda dışlanma kaygısıyla yani iki kıskacın arasında sıkışıp kalırız.
Bu döngünün farkına varmak zaman alabilir, hatta çoğu zaman hiç farkında olmayız bile…
Lâkin fark edilirse, transferans zinciri kırılarak sonraki nesillere geçmesi engellenir ve daha sağlıklı nesiller için umutlar artar.
Peki ya fark edilmezse? İşte o zaman olumsuz alışkanlıklar, boş ve batıl inanlar, çözüme kavuşamayan travmalar nesilden nesle aktarılırak sonsuz döngüyü devam ettirmiş oluruz. Bir öncesinin olumsuzu bir sonrakine eklendiğinde oluşan döngü daha da ağırlaşır. Bir öncekinin mirası bir sonrasının taşıyacağı yükü artırarak zamansız ve daha ağır bir sekilde taşımasına sebep olur.
Örneğin; Çocukken babasına itaat etmiş bir birey, büyüdüğünde büyükbir ihtimalle başka bir baba figürüne teslim olmaya meyilli olacaktır. Bu, çoğu zaman farkında olmadan otoriteye alışkanlıkla boyun eğmenin devamıdır. Dini öğretilerin yanlış yorumlanması, baskın kültürel kalıplar ve bireyin analiz yeteneğini bastıran geleneksel yapılar bu süreci körükler.
Ancak itaat eden birey, içten içe bu baskıyı başka alanlara taşıma ihtiyacı hisseder. O da kendi mikro-otoritesini yaratmakta bulur çareyi…
Bir anlamda içinde hem kurban hem de kurtadamın yaşaması da diyebiliriz buna. Birey, otoriteye boyun eğdiği yerde kurban ama sıra kendi alanına geldiğinde bu kez hükmeden olur. Yani anlayacağınız “İtaat et, rahat et” kültürü, bu iki zıt kimliğin ortak şifresi haline döner.
Zamanla roller karışır. Bireyin Kurban mı, kurtadam mı olduğu belirsizleşir. Ve nihayetinde kişi, sürekli bir rol yapma zorunluluğu içinde gerçek benliğini bastırarak içsel bir kaos yaşayabilir.
Bu kısımda okunacak bir kitap önerisinde bulunmak isterim. Hermann Hesse'nin “Bozkırkurdu” Dilerseniz kanalda bu kitaba dair benim anlattıklarımı da tercih edebilirsiniz.
Nerede kalmıştık? Ha, evet Kaos demiştik.
Bu kaos devam ederse, kişi hem içsel çağrılara hem de dış dünyanın uyarılarına kulaklarını kapatır. Ve nihayetinde benlikler silikleşip; kimlik yitimi gerçekleşebilir.
Bir insan yaptığı davranışın ya da söylediği sözlerin yanlışlığını fark edemiyorsa, bastırılmış bir acının bilinçdışı yansımasıyla hareket ediyor olabilir. Bu gibi durumlarda, bireyin sadece bir an durup kendini gözlemlemesi bile büyük bir fark yaratacaktır. Hattı zatında bilinçli olduğunu iddia eden kişi bile zaman zaman bilinçsizce tekrar eden bir döngünün içindedir.
Bazen oturup düşündüğümüz yerde sıkışır kalırız. Oysa ayaklar harekete geçtiğinde düşünceler de peşinden sürüklenir. İnsan zihni, durağanlıkta yankılanır ama hareketle anlam bulur. Belki de bu yüzden gece verilen kararlar, gün ışığında hükmünü yitirir. Işık hep oradadır ama onu görünür kılmak için bir irade gerekir. Bir elektrik düğmesi gibi: Akım hep vardır, ama aydınlık bir seçimdir.
Ve burada bir başka pencere daha aaçılıyr önümüze…
İsimlerin Ağırlığı ve Sisifos’un Ruhu
Adını koyduğumuzda ağırlaşır hayatlar. Her şeye bir isim koyma çabası, muhtemelen anlam aramaya başlayan insanın ilk sorunudur. Çünkü adı olan bir şeyin anlamı da olacağına dair sarsılmaz inancımız sayesinde bugün modernite dediğimiz bir yaşam kurduk.
Ancak, bunca ilerlemenin sonunda dönüp geriye baktığımızda, geçmişten bugüne bize kalan şey nedir? Bildiğimiz halde unutturulanlar mı? Unuttuğumuz için yeniden yaşamak zorunda kaldıklarımız mı?
Tıpkı Antik Yunan’da Sisifos’un başına gelen gibi: Koca bir kayayı tepeye çıkarıp tekrar aşağı yuvarlanmasını bekleyen bir döngüye hapsolmak. Kendimizi modern kılıklara bürümüş Sisifoslar gibi, aynı alışkanlıkları, aynı acıları, aynı ezberleri tekrar eder halde buluyoruz.
Gerçekte hiçbir şey birebir kendini tekrar etmez. Her şey, varoluşun döngüselliği içinde kendini yeniden yaratır. Fakat biz insanlar, zihinlerimizde kurduğumuz sabit anlamlara öylesine tutunuruz ki, hayatın değişen ritmini duyamaz, renklerini seçemez hale geliriz.
Bir çiçeğe “ne güzel kokuyor” dediğimiz anda, o güzelliği sabitlemiş oluruz. Oysa sabitlenen her şey, zamanla ağırlaşır. Adını koyduğumuz her şey, bir anlamı da sırtımıza yükler. Ve bu sabit anlam, farkedilmez, farklı bakış açıları kabul edilmezse tekrarlıyan bir cezaya dönüşür.
Sisifos’un sürekli taşıdığı şey sadece fiziksel bir kaya değildir; her sabit düşünce, her sorgusuz gelenek, her dayatılan kimlik onun kayasıdır. Bu anlamda “itaat et, rahat et” sözüyle şekillenen kültürel kodlar da aynı taşı tekrar tekrar sürüklememize neden olur.
Döngüyü fark eden ve aynı zinciri çocuklarına takmayanlara selam olsun.
Başka bir Akıl Fikir Gezegeni bölümünde görüşünceye dek, sağlıcakla kalın.
Comments