
Mutluluk kavramını, rengarenk kanatlarıyla özgürce uçan bir kelebeğe benzetmek yanlış olmaz. Hikayelerdeki zirve anlar, romantik duygular ya da ulaşılmış hedeflerin getirdiği tutku genellikle bize mutluluk verir. Ancak bu mutluluk, tıpkı bir kelebek gibi kısa ömürlüdür ve doğası gereği uçup gitmeye meyillidir. Biz insanlar, hazza yönelen ve acıdan kaçınmaya çalışan varlıklarız. Bu yüzden, mutluluğun kaçıp gittiği anlarda derin bir boşluk ve mutsuzluk hissederiz. Acı verici bir deneyim olduğu için de, hızla yeni bir mutluluk tuzağına düşmeye meyilli oluruz.
Dr. Russ Harris'in yazmış olduğu “ #MutlulukTuzağı “ Kitabı şöyle bir sorgulamayla başlar; “Bir an için, mutluluğu bulmakla ilgili inandığınız her şeyin hatalı veya yanıltıcı çıktığını farz edin. Ve tam da bu inançların sizi mutsuz ettiğini varsayın. Ya mutluluğu bulmak için sarf ettiğiniz çabalar mutluluğa ulaşmanızı engelliyorsa? Ya her şeyin cevabının kendilerinde olduğunu iddia eden tüm o #psikologlar, #psikiyatristler ve #kişiselgelişim bilgeleri dâhil, tanıdığınız herkesin sizinle aynı teknede olduğu ortaya çıkıverse?
Ne yalan söyleyeyim, bu kitabı okumaya başladığımda, mutlu olmak için tercih ettiğimiz yöntemler konusunda şüpheye düştüm. Kitabın verdiği pek çok örnek, konuyla ilgili başka bir bakış açısı geliştirmemiz gerektiğini düşündürdü.
Günümüzde artan obezite, tüketim çılgınlığı, saatlerce oynanan bilgisayar oyunları, sosyal medyada geçirilen uzun saatler, sürekli başka bir yerde olma takıntısı ve farklı deneyimlerin peşinde koşarak yalnızca yüzeysel bir tatmin arayışı... Tüm bunlar, mutluluğu fiziksel tatmin duygusuna indirgeme üzerine kurulu bir anlayışın yansımaları.
Bir yandan da artan boşanmalar, kaygılar, depresyonlar, madde bağımlılığı, kumar tutkusu, yalnızlık, öfke kontrolünün kaybedilmesi, cinsel sorunlar, azalan öz-benlik ve yitirilen öz-saygı... Tüm bunlar, mutluluk arayışı içinde kaybolup giden sayısız hayatın trajik birer göstergesi olmaya devam ediyor.
İnsanların çoğu kronik #kaygı, depresif tutumlar, içe kapalı bir dünya yaratma endişe ile mücadele ediyor. Bu mücadele içinde yaşadığımız stresle başa çıkma yöntemleri de çoğu zaman yetersiz ya da hiç bir işe yaramayan sonuçlar doğuruyor.
Elbette, bizden önce yaşayan insanların da o döneme özgü sorunları ve bu sorunlarla başa çıkma yöntemleri vardı. Ancak özellikle doğaya daha yakın olan, hayatta kalma, barınma, yeme içme ve üreme gibi birincil amaçlarla yaşayan insanın beyni ile günümüzde bu konuları onlar kadar düşünmeyen insanın beyni arasında belirgin farklar oluştuğu açıktır.
Bugünün stres yaratan düzeni daha çok bireysel düzeyde olduğu için, başa çıkma yöntemleri de daha özgün yollar aramayı gerektiriyor gibi görünüyor. Eskinin birlik ve beraberlik hali, hem toplumsal hem de bireysel düzeyde insanların destek gördüğü, yalnız olmadıkları fikrine dayanıyordu. O dönemde, günümüzdeki kadar "görülme" arzusu da yaygın değildi. Nihayetinde, herkes birbirini görüyor ve sorunları tespit ederek müdahale edebiliyordu. Ne yazık ki, bugün "Lütfen biri beni görsün ve bana yardım etsin" şeklinde ifade edilebilecek sessiz çığlıklar, birçok imajın ardına saklanarak atılıyor. Bu çığlıklar genellikle bastırılıp başka bir nesneye, arzuya veya tutkuya dönüştürülerek sahte bir mutluluk yaratılmaya çalışılıyor. #AldousHuxley’in Cesur Yeni Dünya kitabında bahsettiği #Soma adlı uyuşturucu madde gibi, tekrar tekrar yapmak, almak, giymek, yemek, içmek, gitmek ve göstermek gibi eylemlerle, aslında bizi olduğumuzdan daha mutlu edemeyecek bir #hedonik uyumsuzluğun pençesine düşüyoruz.
Mukayese etmek, kendimizi ya da hayatımızı sürekli başkalarıyla veya onların yaşadığı deneyimlerle kıyaslamak, mevcut halimizin pek de iyi olmadığı izlenimini veriyor. Daha güzel, daha uzun boylu, daha zengin, daha bilgili, daha gösterişli ve daha fazla göz önünde olabilmek için çırpınıp duruyoruz. Yaşamımızın da tıpkı kendimiz gibi onaylanmasına, parmakla gösterilmesine, her anımızın örnek alınarak kopya edilmesine olan düşkünlüğümüz yüzünden, esas benliğimizin istek ve ihtiyaçlarını duymakta zorluk çekiyoruz. Dışlanmış hissetmek, yalnız bırakılmak, görmezden gelinmek istemiyoruz; el üstünde tutulmak, parmakla gösterilmek ve hep mutlu olmak istiyoruz. Üzgünüm ama insan ömrüne yayılan sürekli bir mutluluk anlayışı maalesef yok!
Her şeye sahip olmanın mümkün olmadığı, sahibi olduğumuz şeylerin minnettarlığı arasında gidip gelen bir hayatın yaşatacağı mutluluk hissi bunların tam tersi düşünülen bir hayata göre daha tatmin edicidir. Bu şu demek değildir. Potansiyelimizin altında bir yaşama evet demek…
İnsanın bir şeyleri başarmak için dünyaya geldiği fikrine inancım oldukça fazla… Hatta diyebilirim ki, Her doğum sancısı değiştirebileceği, dönüştürebileceği bir takım işlerin yapılabilme olasılığı için çekilir. Bu sebeple, kendinizi mutsuz, depresif, can sıkıntısı içinde hissederseniz. Bu, dünyanın sizden yapmanızı istediği şey, asıl doğma sebebiniz için bir uyarı işareti sayılmalıdır.
#Sahtemutluluklar yaratmak için uygulamanız istenen bir takım ritüeller ve sanki felsefi bir fikir barındırdığını iddia eden sabun köpüğü sözlerden de uzak durmak gerekir. İnsanın her daim en iyisine sahip olması gerektiği düşüncesi, her zaman olumlama yapabilmesi, her kötü durumu iyi bir başlangıç ya da bir uyarı işareti gibi görmesi, asıl mutsuzluğun da gölgelenmesi anlamına gelecektir.
Kendini mutsuz hissetmenin başarısız olmakla eşdeğer hale getirildiği şu günlerde, başarı kriterleri gibi mutlu olma kriterleri de değişime uğradı. Dışsal sebeplere bağlı mutluluk arayışı esas içimizde bize iyi gelen ve daha tatminkar bir hayat yaşamamıza olanak tanıyan tüm iyi hisleri ve kazandıracaklarını minimalize ederken, egosal dengemizi de bozmuş oldu.
Daha büyük bir ev, daha hızlı bir araba, daha şık kıyafetler, daha iyi yemekler, daha iyi tatiller, daha iyi ne varsa dışımızda arar olduk. Oysa ev insanın kendini yalnız hissetmediği, sevilip saygı duyulduğu kendini güvende hissettiği yer değil miydi? Araba seni A noktasından B noktasına götüren bir araç, kıyafet temiz ve bakımlı gösteren eşyalar, yiyecek ve içecekler damak tadı ve afiyet, tatil tüm stresini ve yorgunluğunu atabileceğin bir dinlence değil miydi?
Sanırım buraya kadar insanın kendini mutlu hissetmek için kendini sürekli zorladığını ve sürekli aynı tuzağa düştüğünü anlatmış oldum. Her daim mutluluk hissi, sahte bir cennet hayali ile hayatı geçirmeye benzer. Zira yaşadığımız hayat böylesi bir düşünce ile şekillenmişse tek düze olacak ve alınması gereken derslerden, çekilerek öğrenilen acıların hikayelerinden uzak kalınmasına yani kısaca hayatın gerçek anlamının yitirilip sonunda kabusa dönüşmesine sebep olacaktır. Patronun istediği mutlu bir son değil, sorgulanmış ve öğrenilmiş bir dönüşümdür.
Peki mutluluk hissinin devamlı müşterileri olmamızı kimler ve neden destekliyor? Bizden başka herkesin bu kadar mutlu görünmesinin sebebi ne? Daha mutlu olmak istemenin neresi kötü?
Gelin bu sorulara en sonuncudan başlayarak cevap vermeye çalışalım.
Daha mutlu olmanın nesi kötü olabilir ki? Hiç kimse bir başkasının mutlu olmasını engelleyemeyeceği gibi bunun kötü bir fikir olduğunu da iddia edemez. Daha öncede ifade ettiğim gibi, biz insanlar açıdan kaçınan hazza yakınlaşan varlıklarız. Dolayısıyla mutlu olmak herkes gibi bizim de en doğal hakkımız olmalıdır. İşin sırrı daha sözcüğünden saklı olabilir. Bu durum halihazırda sahip olduğumuz mutlu anların yetersizliğini ifade edebilir. Bu az hissetme haliyle daha çok çalışmak zorunda kalabilir, daha fazla para harcamak, daha şık görünmek ve kendimizi bu dahaların açgözlü kucağına atmak zorunda bırakabiliriz. Bu da, dünyaya bakışımızı, kurduğumuz ilişkileri, neden sonuç bağlamında hayat görüşlerimizi ciddi anlamda etkileyecek anlamına gelecektir. Mutlu olmak istemenin kötü bir tarafı yoktur ama her daha çok mutlu olma isteğinin ardında daha çok kendi benliğinizden uzaklaşma potansiyeli vardır.
Gelelim bir önceki sorunun cevabını; Bizden başka herkes nasıl bu kadar mutlu görünüyor? Bu sorunun cevabı da “Görünmek” sözcülüğünde gizli olabilir.
Guy Deport “ #GösteriToplumu” kitabının önsözünde “Herkes kendi yarattığı eserin ürünüdür.” der. Hepimiz özellikle sosyal medyanın da desteği ile nasılsak öyle değil nasıl hissetmek istiyorsak öyle bir imaj sergiliyoruz dış dünyaya… Dolasıyla yarattığımız imge imaj sayesinde her daim mutlu insanlar gibi görünmek çok daha kolaylaşmış oluyor. Oysa altında yatan gölge imajların yaşadığı dram çok daha ağır olabilir. Kendimizi olduğumuzdan farklı gösterme hissi sağlıklı ve sürdürülebilir bir ego durumunun da sekteye uğraması anlamına gelir. Şişen #ego ile hareket kabiliyeti minimum bir duruma indirgenir. Tahmin edebileceğiniz gibi hareket alanı kısıtlı bir ego, toplumsal, dinsel ve kültürel normlar ile bilinçdışı arzular arasında kontrol mekanizmasını kaybederek bu duygusunun yitimine sebep olabilir. Böylece aşırı arzu dolu ya da kendimizi sürekli baskılayan birine dönüşebiliriz. Mutluluk arayışımızın yönünü bozabilecek bu tip durumlar yüzünden tuzağa düşmemiz de daha açık hale gelecektir.
İlk başta sorduğumuz soruya gelirsek; yani mutluluk hissinin devamlı müşterileri olmamıza devamlı destek verenler genellikle büyük şirketler, reklam ajansları, sosyal medya platformları ve tüketim kültürünü şekillendiren diğer güçlerdir. Diyerek kısa ve öz bir cevap verebiliriz.
Nihayetinde tüketim toplumunu oluşturan bireyler olarak bizlerin satın alma gücünü, görünme sıklığını, nasıl göründüğümüzü ve nasıl gözükmemiz gerektiğini sürekli ve yeniden dizayn etmeleri gerekir. Moda, medya, teknoloji, yaşam modelleri, stilleri, yeme içme kültürü… kısaca satın alma alışkanlıklarımızı değiştirip sadece kendi istek ve ihtiyaçlarına göre sabitleyip değiştirme gücü olan ve kısaca benim adına sistem sülükleri dediğim küresel güçler yüzünden kendimiz olamıyoruz. Ve muhtemelen uzun bir sürede kendimiz olamamaya devam edeceğiz gibi… Bu şirketlerin vaad ettiği sözde mutluluk iksirleri ile kanıp manipüle edilerek yine kendi mutluluk izdüşümümüz gibi algıladığımız ürünleri, yaşam stillerini satın alarak defalarca düştüğümüz mutluluk tuzağına bir kez daha düşmüş oluyoruz.
Yahu ne yapacağız o zaman? Madem kendimizi sürekli bu tuzaklara düşürüyoruz, madem mutluluk kndırmacası ile kendimizi habire zora sokuyoruz. Buna da bir cevap verde bilelim diyenler için; Russ Harris kitabında çok güzel bir örnek veriyor.
“Kaşındığınız zaman ne yaparsınız? Kaşınan yeri kaşırsınız değil mi? Genellikle bu öylesine işe yarar ki üzerinde durmazsınız bile: Kaşınan yeri kaşı ve kaşıntıdan kurtul. Sorun çözüldü bile! Ama farz edin bir gün cildinizde egzama çıktı. Cildiniz çok kaşınıyor ve sizde doğal olarak kaşıyorsunuz. Ancak kaşıdığınız bölgedeki deri hücreleri zaten iltihaplı ve çok hassas durumda ve siz bu bölgeyi kaşıdığınızda deri hücreleri histamin adı verilen ve oldukça tahriş edici olan kimyasallar salgılıyor. Böylece bir süre sonra kaşıntı çok daha şiddetli bir biçimde yeniden başlıyor. Tabii yeniden kaşırsanız daha da kötü hâle geliyor. Ne kadar fazla kaşırsanız, egzama o kadar kötüleşiyor ve kaşıntınız da o oranda artıyor.” Kısaca çözüm yolu artık yeni bir sorunu yaratmış oluyor.
Bu örnekten çıkaracağımız sonuça gelirsek, bir şeyleri sürekli kontrol etmekle ondan sürekli kaçınmak da sorunun daha da büyümesine neden olabilir. Sınırların ihlâl edildiği bir yaşam şekli ya da bölüm konusuyla ilinti kurarsak, aşırı mutluluk arayışı gibi kendimizi mutlu edecek ortamlardan, sebeplerden uzak tutmak da aynı ölçüde hayatımızda bir kısır döngüye neden olabilir. Bu durumlarda kişi tıpkı mutluluk tuzaklarına düştüğü gibi kendini mutsuz edecek tuzaklara kaptırmış olacaktır.
Bizler dünyaya sadece mutlu olmak için gelmiyoruz. Hayat, birçok farklı deneyimi, öğrenmeyi, büyümeyi ve gelişmeyi içeriyor. Mutluluk bir hedef değil, yaşamın bir parçası olabilir ancak… Esas amacımız, yaşamın getirdiği tüm zorluklar ve fırsatlarla başa çıkmak, kendimizi ve çevremizi anlamak ve bu süreçte derin bir anlam bulmaktır.
Kendinize ve yaptığınız her ne ise ilk önce ona değer vererek başlayın bu yolculuğa… Mutluluk yolculuğun kendisidir.
Sağlıcakla kalın /içaforiz 🤗
Comments