top of page

#Duygu ve Davranışlarımıza Bilişsel Bir Bakış

  • Yazarın fotoğrafı: Öykü Yavuz
    Öykü Yavuz
  • 17 May
  • 7 dakikada okunur

Davranış dediğimiz zaman çoğunlukla aklımıza gün boyunca yaptığımız hal ve hareketler gelir. Halbuki, düşünceler dünyası duygulara oradan da davranışa yansır. Yani düşünmeyen birinin davranışı pekte makbul değildir diyebiliriz. En azından insani özellileri ön planda değildir. İnsan düşünen, yargılara varan, çıkarımlar yapan, duygulanan, duyguları yaşayan ve sonunda da tüm bunların yarattığı davranışlarla dünyayla ilişki kuran bir canlıdır. Şayet bu söylediğimi doğru bir sıralama olarak kabul edersek, ki öyledir; bu sıralamanın farklı kombinasyonları da yanlış bir takım durumlara sebep olacak anlamına gelir. Örneğin, düşünce aşamasını ilk sıradan alıp duygu hâlini başat yaparsak dürtüsel davranan bir insan elde edebiliriz. Veya ilk önce davranışı öncelersek, bu seferde kaygı ve korku etmelerini yaşayan bir kişi olarak hoyrat ya da izole bir hayalet karaktere dönüşebiliriz.


Örüntü ilk halinden başka varyasyonlarla kurulmaya çalışılırsa, insan insan olma özelliklerini yitirmeye başlayabilir. Bu yüzden aşamaların her biri için ayrı ayrı persona geliştirmek zorunda kalır ki, bu da oldukça karmaşık bir ben olacağı anlamına gelir. Nihayetinde insanın tek başına kalacağı zamanlar vardır. İşte bu anlarda her persona kendi gibi davranmak isterse ruhsal olarak çatışmaların başlaması sıkıntılar yaratabilir. İnsanın olduğu gibi görünmesi ha da göründüğü gibi olması için düşünüp, duygularını organize edebilmesi ve ona göre davranış geliştirmesi gerekir. Sağlıklı olanda budur. Analitik psikoloji, en azından Freudyen bakış, aynı insanı bilinmez diye savladığı bilinçaltı boşluğuyla eşleştirerek, başka türlü olamayacağı gibi sabit bir inancı savunur. Bu görüş, maalesef sabit ama dogmatik olanın da ön plana çıkmasına neden olacaktır. Her ne kadar zamanla bastırılan, yadsınan, inkar edilen ve görmezden gelinen dünya bilinçaltına İtilse de, orası başka bir evren değildir. Yine bizzat bireyin öz kendisi ile kurmaya çalıştığı bağların yani saklı hakikatin bir zaman ağır gelmesiyle oluşmuş bir bir bölgedir. Bu bakımdan bilinçdışı sadece rüyalarda veya serbestçe algılanan dünyanın gece vaktinde ortaya çıkmaz. Gündüz, günü yaşarken de bir anda zihnimize zuhur edebilir. İşte bu sebeple bilinçaltı insanla zamanın hangi evresi olursa olsun irtibat halindedir. Fakat konunun başında da sıralamaya çalıştığım düşünce, duygu ve davranış örüntüsü farklı yapılırsa, işte bilinçaltı bu aşamada tabiri caizse show yapmaya başlar. Anlık duyguları değiştirebilir, düşünceleri çarpıklaştırır ve davranışlar ayrıksı hale gelebilir.


Pek çok inanış ruh beden dualitesine inanır. Hatta bunu binilen arabayı çeken iki ata benzeten kısa bir mesel bile vardır. Lâkin arabayı sürenin zihin olduğu yani onları yönlendiren gücün düşünceler olduğu da mutlaka vurgulanır. Bu öyküyü konumuza uydurmak istersek sürücüyü düşüncelerimize, atlardan birini duygu diğerini ise davranışlarımıza benzetebiliriz.


Burada şöyle bir soru sorulabilir; Düşünce olmadan duygu söz konusu olabilir mi? Madem duygular bizi çelişkilere, bir takım yanlış hislere sokarak farklı davranmamıza neden olabiliyor, yani kuvvetini başka bir yerden alıyor olamaz mı? Cevabı vermeden önceki benzetmeyi hatırlayalım. Bir arabayı çeken iki at onları yönlendiren bir sürücüye sahip değilse kafasına göre bir yerlere gidebilir, bulundukları yerde sabit bekleyebilir ya da her ikiside başka yöne gitme dürtüsü ile hareket edebilir. Fakat her durumda da bir düşüncenin olması koşulu zorunludur. Bir şekilde davranışı veya dürtüyü tetikleyen düşünce olmazsa her ne kadar yanlış, çelişkili, saplantılı olsa da duygu ve davranış gerçekleşmez. O halde birincil etmen düşünceleri değiştirmek ya da mantıklı bir hale sokmaktır. Misal, işyerinde mükemmel olmak zorunda hisseden biri “Her zaman doğru hareket etmeliyim, işleri en ince ayrıntısına kadar hesap etmeliyim.” diye bir düşünceye sahip olsun. Bu kişinin ikincil şartlanması muhtemelen “Eğer yanlış, eksik ve hatalı yaparsam, herkese rezil olurum. Üstelik görevimi iyi yapmadığım için işimden de olurum.” diyerek davranışlarını da bu duyguya uydurmak zorunda kalacaktır. İş arkadaşlarına daha eleştirel, daha öfkeli ve daha sert bir iletişim modeline geçiş yapan birey, bu kez “Hiç kimse işini doğru yapmıyor, herkes kendi halinde laklak ediyor, benim ne kadar çalışkan olduğumu onlarınsa ne kadar tembel olduklarını niçin görmüyorlar “ diye düşünerek hissetmesi gereken sağlıklı duyguları da engellemiş olacaktır.


Küçücük bir çocukken yanlış ve hatalı düşüncelerimizin ℅99'u etrafımızda bizi kışkırtan, manipüle eden, eksik ve değersiz olduğumuzu söyleyen, sınırların belirgin bir halde çizilmesine müsade etmeyen zorba, müdahaleci, sorumsuz insanlar yüzünden olması muhtemeldir., ℅1'i ise bunun böyle olduğuna inanan saf inancımız. Garip olansa yetişkin olduğumuzda bu oran tersine döner. Yani %99 oranında, bu inanışı sürdürürken, etrafımızdaki insanlardan %1'lik bir ölçüyle daha az etkileniriz. Bu durum; bizler büyürken bilişlerimizin ne kadar katı, işe yaramaz, dogmatik ve batıl olsa da, onlara olan inancımızın kuvvetini gösterir. Düşünce yapımız değişmediği sürece böylesi hatalı çıkarımların duygularımızı alt üst etmesi kaçınılmazdır. Bu sebeple; endişe, isteksizlik, değersizlik, onay bekleme, sevgi ve güven arayışı, yoksunluk, bağımlılık, terk edilme korkusu gibi akıl dışı düşenceler zaman içerinde çözümlenmezse, benim %1' in laneti dediğim ve kişiyi kaçınmacı, izole, karşıt bir düzensizlik içine çekmesi de aşikardır.


Düşüncenin fazlası,az olmasına göre bizi daha duygusuz biri yapmaz. Tıpkı bir konu, kişi, ya da duygu hakkında daha az düşünülmesinin bizi daha duygulu insanlara dönüştüremeyeceği gibi... Düşünce gücünün, ki buna duygulara daha yansız ve tarafsız bir gözle bakmak dersek, duygusal halin yarattığı önyargı alanını genişletip daraltma gücüne de sahiptir diyebiliriz. Daha geniş bir açıdan değerlendirilen konu içinde bulunulan duygunun yarattığı baskı, yanlı algı, yargı ve kaygıyı da azaltacaktır. Kazanılmış bu esnek düşünce ile duygular ve olaylar da daha geniş ve alternatifli hale gelerek, bireyin rahatlamasını sağlayacaktır.


Aşırı genelleme yapan kişi ise düşünceleri arasından çekip çıkardığı tek bir düşünceyi büyüterek geneli kapsayan bir çıkarımda bulunur. Mesela, duvarda gördüğü küçücük bir çatlağı evin her tarafının döküldüğü gibi yanlış bir inanışa dönüştürebilir. Makul şartlarda ödenecek borcunu iflasın eşiğindeymiş gibi deneyimleyebilir. Şu verdiğim örneği mazur görün lütfen; tuvalette kendi yaptığı kazulate bakarak ortalığın pislik içinde olduğunu savunabilir. Aşırı genelleme; asıl olanın saklanması,kendi yetersizliğini gizleme, bahaneler yaratarak şimdide yaşanacak farkındalığın ağırlığını kaldıramama ve bilişsel olarak yanlış kurulan bağlantıları gösterir. Yani düşüncenin problemli olduğunun farkına varılmadan oradan ve o zamanın içinden kişinin kendini izole etmesi için saklandığı bir kuytu köşedir de diyebiliriz.


Bu izole köşede yaşayan yani zihnini esir alan ve yanlış duygulanım yüzünden yanlış kararlar alarak davranışlarını aykırılaştıran kişi yaşamsal doyuma da ulaşamayacağı için farkındalık eşiğini geçmeyi de es geçerek yaşamını böyle sürdürmek zorunda kalacaktır.


Septik, anksiyöz, depresif ve paranoid bir kişiye, hadi ifadeleri şöyle söyleyeyim, kuşkucu, kaygılı, buhranlı ve kumkumacı bir kişi; şayet hazır değil, anlayış ve farkındalık seviyesi halihazırda yeteri kadar olgunlaşmamış ve maalesef bilişsel olarak sahici olanı işleme konusunda eksik kalmış ise ulaşması gereken gerçeğe ya hiç ulaşamayacak ya da muhtemelen sahte olanın peşinden giderek uzun yolu seçip zamanını hoyratça kullanacaktır. Halbuki yaklaşık iki bin önce Marcus Aurelius şöyle demiş; " *Eğer bir dış etken sizi üzerse, duyduğunuz acı o şeyin kendisinden değil, sizin ona verdiğiniz değerden geliyordur, onu da her an ortadan kaldırma gücünüz vardır.”* ve Hayyam da ekler; "*Ben düşündükçe var dünya, ben yok; o da yok.”*


İnsan anlam bulamadığında, anlamadığı şeyi öldürmeyi seçer. Aynı şey anlamını yitirdiğinde de olur… Yalnız bu sefer öldürdüğü kendi benliğidir. Peyami Safa’nın bir kitabında dediği gibi; “*İnsan acının verdiği hassasiyet karşısında kendi kendini aldatması, başkalarını kandırması kadar basit değildir. Ve insan işte o zaman kendi içindeki adaletten ürkmeye başlar. “*


Değiştirilemeyecek şeyleri değistimeye çabalamak olanla olması istenen arasındaki gerginliği artırarak kaygı yaratır. Bu kaygılar karşılanmayan beklentiler yüzünden bizleri daha fevri, izole, endişeli hatta depresif hale sokabilir. Şayet karşınızdaki durumlardan, görevlerden, sorumluluklardan beklentiniz aşırı ve olası değilse ama siz yinede mükemmel olsun diye uğraşırsanız veya kişilerden beklentiniz; sevecen olsun, şefkatli olsun, lider olsun, barışçı olsun, yaptığı her işte mükemmel olsun, bilgili olsun, becerikli olsun, anlayışlı olsun, sorgulasın, sadık olsun, maceracı olsun, eğlenceli, komik olsun, naif olsun, tuttuğunu koparsın ama zorba olmasın...şeklinde gelişiyorsa; O vakit size şunu söylemek zorunda kalırım. Bu özelillerin hepsi bizzat sizin tüm bu olaylara, durumlara, kişilere verdiğiniz anlamlardan başka bir şey değildir. Eğer ki, Bu kıstasları aranan özellikler listende barındıran biriysen, bil ki kendine yüksek miktarda kaybı barındıran bir dünya yaratıyor veya en şahanesinden bir sosyopat arıyorsun demektir. Özelikle aranılan nitelikleri sadece bir insanda bulmaya uğraşmak sizi bir hayli sıkıntıya sokacaktır. Hadi diyelim buldun. Lâkin bu özellikler tıpkı bir yelpazenin her bir kanadı gibi bir araya gelirse Nietzsche'nin "Üst İnsanı"nı yaratmış olmalısın. Bu anlayışı hayata geçirmeye çalışan anlayış ve geçen yüzyılın psikopat ve sosyopat katili 3. Reich olarak da bilinen Adolf Hitler'dir. Üzgünüm ama maalesef bu mümkün değildir. Mümkün olsaydı şuan Hitler'in tasarısı olan " Ari" olanın hükmü altında ya yok edilmiş ya da asimile edilmiş olarak yaşabilirdik. Gelelim bu şuursuz taleplerin sebebine; biz insanlar en azından günümüzde her daim mevcut olanı daha iyisi ile karşılaştıran bir anlayışla donatılmış durumdayız. Elimizde olanın eksik ve tamamlanmasını istediğimiz kısımları gerek bizim yıllarca yanlış beslediğimiz düşüncelerimiz gerekse bir şekilde farketmeden farklı araçlar vasıtasıyla zihnimize giren onlarca yönlendirmeci uyaran yüzünden olmayanı oldurmaya çalışmamız diye ifade edilebilir.


İstek ve ihtiyaçlar sürekli değişlik gösterir. Ama olgunlaşmamış zihin tüm bunları sadece hedonist ve ulaşması elzem arzular olarak algılarsa, her şeyi isteyen bencil ve şişmiş bir ego ile başbaşa kalır. Sorgulamamız gereken şey isteklerimizin ne kadarının mantıklı ne kadarının mantık dışı olduğunu kabul etmek olmalıdır. Her geçen günle birlikte nesnel bir hâle dönen insan ilişkileri yüzünden ve arzu nesnesi olarak kabul edilmeye başlayan insan için denilebilir ki, "Ruhu bedeni ayrı oynuyor " Ve bu ayrı oluş sebebiyle her ikisinin de istek ve arzularını tatmin etmek için yok olmayı seçiyor... İnsanın insandan sevgi ve ilgi beklentisi olmamalı demiyorum ama makul beklentilerin de oldukça önemli olduğunu belirtmek istiyorum.


Hali hazırda insanın bu dünyada gerçekleştirmek istediği yegane şey kendinin tam ve bütün olması, bunu yaparken de daha mutlu ve sevecen kalmayı sürdürmeyi şeklinde ifade edilebilir. Zaten '*Mutluluk insanın sahip olduğu şeyi arzulamaya devam etmesidir*." Bu da demek oluyor ki; "Benim" diyerek sahiplik iddiasında bulunduğumuz şeyin zaten bize ait olduğunu bilmek ve bu şeyin varlığından dolayı hissettiğimiz mutluluk o şeyi elde ederken verdiğimiz mücadele ile doğru orantılıdır. Arzunun devamı daha çok sahip olunan şeye değil de, o şeyi elde ederken verilen emeğin kıymetine dairdir.


Sonuç olarak sağlıklı bilişsel çıkarımlar yapmak onlara göre duygularımızı ve davranışlarımızı düzenlemek elimizde olan bir şeydir. Şayet bilişler yersiz, düzensiz, yanlış, yargılayıcı veya yanlı olursa, hissettiğimiz duygular olumsuz yönde değişecek ve günlük hayatımızdaki davranış kalıplarımız da bu durumdan bir hayli etkilenecektir.


Son olarak diyebilirim ki; Çocukluk çağında yeterli değeri görmemiş,sürekli değersiz hissettirilmiş, güven ihtiyacı çoğu zaman karşılanmamış, destek görmediği için tek başına bırakılmış, yalancılıkla, tembellikle, iş bilmez beceriksizlikle suçlanmış, kendi potansiyeli dışında hiç istemediği uğraşlara, mesleklere yönlendirilmiş, özerkliği kısıtlanarak seçme özgürlüğü devamlı engellenmiş, sorumsuzca her istediği yapıldığı halde gerekli sınırlarını belirleyememiş, her işte mükemmel olmaya sartlandırılmış, suçun hep bir başkasında olması gerektiğine inandırılmış, söylemek istedikleri hep yarıda kalmış, şımarıklığı ödüllendirilmiş, mevcut kişiliği normalden çok daha fazla yüceltilmiş, materyalist bir narsist, kötümser bir paranoid, içine kapanık bir şizoid haline gelmiş olabilirsin. Şunu bilmelisin ki, aslında tüm bu saydığım kişi sen değilsin. Sadece kendini öyle olduğuna inandırdın. Ve bunu tek başına yapmadın. Hepimizin eksik duyguları, tamamlanmasını istediğimiz yanları, yanlış inanışları ve değer görüp güven duymaya ihtiyacı var. Merak etme! Yalnız değilsin!


Başka bir Akıl Fikir Gezegeni bölümünde görüşmek üzere. Sağlıcakla kalın/içaforiz

Comments


bottom of page