
Merhaba, Akıl Fikir Gezegeni’ne hoş geldiniz.
İnsan, bilinmeyeni anlamlandırmaya çalışırken aslında ne yapar? Keşif mi, yoksa sadece bildiklerini yeniden üretmek mi? İşte bu bölümde, bilinmeze duyulan o bitmeyen merakı ve iletişimsizliği ele almaya çalışacağım.
Bu bölümde Stanislaw Lem’in Aden kitabı var. Lem, bu eserinde insanın bilinmeyene yaklaşımını, onu kendi algı süzgecinden geçirerek anlama çabasını anlatıyor. Peki bizler bir bilinmezle karşılaştığımızda gerçekten onu anlamaya mı çalışıyoruz? Yoksa sadece ona kendimizi mi anlatmaya çalışıyoruz?
Hazırsanız, kemerlerinizi bağlayın! Çünkü birazdan bilinmeyen bir gezegene iniş yapacağız. 🚀Keşfedeceğimiz şey sadece yabancı bir gezegen mi olacak? Bana kalırsa keşfedilmesi gereken en kıymetli şey insanın kendisi olacaktır.
İnsan evladının bilinmeze olan merakı ve o bilinmezi – ya da bilinemezi – kendi aklınca, kendine göre tanımlama arzusu hep vardı ve var olmaya da devam edecek. Polonyalı bilimkurgu yazarı Stanislaw Lem, Aden romanında bu kadim dürtüye farklı bir hikâye örgüsüyle yaklaşıyor. Aynı tema, Solaris ve Yenilmez gibi eserlerinde de kendini gösterir: İletişimsizlik ve insanın bilinmeze insanca yaklaşma arzusu. Ancak bu, kitapların birbirine benzediği anlamına gelmez; her biri farklı bir bilinmeyeni keşfetmenin sınırlarında dolaşır.
Aden, yıldızlararası araştırmalar yapan altı kişilik bir mürettebatın – Kaptan, Fizikçi, Doktor, Mühendis, Sibernetikçi ve Kimyager – Dünya'ya benzer bir atmosferi olduğu düşünülen Aden gezegenine inişiyle başlar. Ancak beklenmedik bir aksilik yaşanır: Araçları gezegenin semalarında arızalanarak sert bir iniş yapmak zorunda kalır. İşte, bilinmezliğin içine atılan bu altı insanın hikâyesi de tam burada başlar.
Aden, alışılmışın dışında bir doğaya sahiptir. Bitki örtüsü zengindir, ekolojik koşullar yaşanabilir görünmektedir. Ancak her şey fazlasıyla yabancıdır. İnsan doğası gereği bildiği şeyler üzerinden anlamlandırmaya çalışır dünyayı. Mürettebat üyelerinden Fizikçi'nin sözleri, bu içgüdüsel refleksi gözler önüne serer:
> "Burada en çok neyi özlüyorum biliyor musunuz?" dedi Fizikçi. "Çim, bildiğimiz ot yani. Daha önce bir otun bu kadar..." – duraksadı, doğru kelimeyi arıyordu – "...gerekli olduğunu düşünmemiştim."
Tanıdık olanın eksikliği, gezegeni keşfederken yaşadıkları en büyük zorluklardan biri olur. Ancak en büyük keşifleri, ilerledikçe karşılarına çıkan anlamlandıramadıkları yapılar ve varlıklar olacaktır. Bir noktada, fabrika benzeri bir yapı bulurlar. İçeri girdiklerinde buranın bir şeyler inşa etmekten çok ayrıştırmaya yönelik olduğunu fark ederler. Zira fabrikanın içinde organik ve inorganik parçalar rastgele etrafa saçılmıştır. Daha da kötüsü, ilerlediklerinde bir mezarlık keşfederler – içinde dağılmış iskeletler ve parçalanmış cesetler vardır.
Gezegenin sakinleriyle karşılaşmaları ise işleri daha da karmaşık hale getirir. Lem, bu varlıkları "iki canlılar" olarak adlandırır. Fiziksel görünümleri standart olmaktan uzaktır; kimisinin gözleri var ama burnu yoktur, kimisinin ağzı var ama gözleri ve burnu eksiktir. Kaçınılmaz bir korku içgüdüsüyle, mürettebat onları saldırgan sanarak geri çekilir. Fakat daha sonra, içlerinden biri mekiğe girip Doktor tarafından incelendiğinde, şaşırtıcı bir gerçek ortaya çıkar: Bu varlıklar saldırgan değil, tam tersine kayıtsız ve umursamazdır.
Ancak asıl soru burada doğar: Neden?
İletişim kurmayı başardıklarında işin rengi değişir. Ortaya çıkar ki bu gezegen, görünmez bir yönetimin kontrolü altındadır. Yapılan biyolojik müdahaleler, toplumu tektipleştirmeye yönelik bir "iyileştirme" sürecine dönüştürmüştür. Ancak bu süreç, ters gitmiş ve Aden halkı ruhsuz, itaatkâr varlıklara dönüşmüştür. Orwell’in 1984 romanındaki totaliter gözetim düzenine benzer bir sistem, burada bambaşka bir bilimsel boyutta tezahür etmektedir.
Mürettebat, sonunda uzay araçlarını tamir etmeyi başarır ve gezegenden ayrılır. Ancak ardında bıraktıkları yalnızca keşfedilmemiş bir dünya değil, cevapsız kalan sorular ve içlerinde büyüyen rahatsız edici bir düşüncedir:
Eğer insan, bilinmeyene daima kendi suretini yansıtıyorsa, asıl bilinmez olan gerçekten dış dünya mı, yoksa insanın kendisi mi?
Bu düzen, Aden’e özgü mü, yoksa evrenin başka köşelerinde de benzer baskıcı yapılar var mı?
İnsanın "öğrenme" dediği süreç gerçekten bir keşif mi, yoksa yalnızca kendine tanıdık geleni doğrulama çabası mı?
Ve en önemlisi:
> İnsanın bilinmeyene duyduğu merak, bir gün onu gerçekten bilinmeze götürebilecek mi, yoksa yalnızca kendi yankısını mı duyacak?🤗
Comments